Month: Eylül 2016

Âlem, Hakîkat-i MUHAMMEDİYYE’Yİ Şerh Eden Bir Kitaptır

 “Türkler eskiden beri ne derece Hıristiyanlıktan uzak
ve ne derece Müslümanlığa yakın olmuşlardır?
Araplar, İranlılar, Mısırlılar ve hatta İspanyollar
yeniden İslami tefekküre dönebilirler.
Fakat Türkler asla!..”

mahmud-erol-kilic-2

İslami tefekküre dönebilecek miyiz?

Salvador de Madariaga, ‘Avrupa’nın Portresi’ kitabında bu ilginç tespiti yapıyor. Madariaga’ya göre Türkler, artık İslami tefekküre dönemeyecek bir topluluk hâline gelmiş durumdalar. Avrupalı bir düşünür olarak Salvador de Madariaga’nın bu tespitinin yanında, Fatih Sertürbedarı Ahmed Amiş Efendi’nin: “Kıyamete yakın Türkler Hıristiyanlaşacaklar.”, sözünü de düşündüğümüzde Salvador pekte yanlış bir tespit yapmış sayılmaz, çıkarımını yapabiliriz. Bendeniz Salvador de Madariaga’nın tespitinden ziyade Ahmed Amiş Efendi’nin mübarek ağızlarından hâsıl olan bu sözü önemsiyor ve bu haseple daha derin üzüntüye düşüyorum. Lakin Avrupa’nın portresini çıkartırken, Türkler için bu ilginç ve dehşet tespiti yapan Salvador de Madariaga’yı da bir kenara bırakamıyorum. Bu yüzden Salvador de Madariaga’nın bu tespitine, niçin ve neden, sorularını yöneltmekten de geri durmuyorum. Niçin ve neden sorularının cevabı, Madariaga’nın kaleme aldığı ‘Avrupa’nın Portresi’ kitabında mevcut olsa da bendeniz burada Madariaga’nın Avrupa portresini çizerken niçin Türkler hakkında bu tespite yer verdiğinin altını çizmekten yanayım.

Salvador  de Madariaga, bir Batılı olarak, İslam’ın fiiliyattan ziyade bir yaşantı olarak tefekkür boyutunda diri kalmasının ne demek olduğunu keşfetmiş bir düşünür. Bu sebeple, tüm Batılıların istediği gibi Salvador de Madariaga da Türklerin İslami tefekküre dönmelerinden ‘hakkıyla’ korkuyor, bunun vücut bulmaması için de Türklerin, ‘Avrupa Birliği’ ideali içine alınmasına sıcak bakıyor, hatta bilhassa bunu istiyordu. Salvador de Madariaga’nın bu tutumu, arz olunduğu üzere çelişkili bir tutumdu. Çünkü; İslami tefekküre dönemeyeceği iddia edilen Türklerin, Avrupa Birliği ideali içinde tutularak İslami tefekkürden tamamen uzaklaştırma hesapları, çelişkinin ta kendisi. Düşünceler çelişkili de olsa, yapılan tespitin sarsıcılığı üzerinden hâlimize eğilmenin ehemmiyetini kenara bırakacak değiliz. Çünkü Salvador’un tespiti ve çözümü arasındaki çelişki; İslami tefekkür yapısının ne derece önemli olduğunu, Avrupa’nın gerek siyasi gerekse de sosyo – ekonomik olarak inşa edeceği tüm yapılar içinde İslami tefekkürü taşıyan, taşıyacak ve İslami tefekkür ile hareket edecek bir yapının bulunmaması gerektiğini gösteriyordu. Bendenizin burada işaretine gayret ettiğim, İslami tefekkürün ne derece mühim olduğu. Gayrısı ayrıca bir yazının konusu…

İslami tefekküre yönelişte ‘Tasavvuf Düşüncesi’

Şimdi, tüm bunları bir kenara bırakarak İslami tefekkür yapısının ne olduğunu Mahmud Erol Kılıç Hoca’nın ‘Tasavvuf Düşüncesi’ isimli kitabından belli yönleriyle aktarmaya gayret etmekten yanayım. İslam vücudunun azalarından biri olan tasavvuf, zaman içinde oluşturduğu sistematik yapı içerisinde en mühim görevi ‘tefekkür’e vermiş; bu haseple ‘bir hâl olan ve yaşamayanın tadını alamayacağı tasavvuf’, ‘İslami tefekkür’ külliyesinin temel yapı taşlardan birisidir. Hâl böyle olunca ‘Tasavvuf Düşüncesi’nin önemini kavramak, İslami tefekküre dönüş açısından son derece mühimdir. Esmâü’l- Hüsnâ bahsinden başlayarak, Allah’ın halifesi olarak İnsan’ı, tasavvufun epistemolojisini, tasavvurunu, sanatsal yanı ve daha pek çok başlıkta derinlemesine incelenen ‘tasavvuf’, hemen hemen her yönüyle Mahmut Erol Kılıç Hoca’nın zihni dünyası ve tefekkür aynasından yansıyarak; bazısı konferans konuşmaları, bazısı kaleme aldığı makalelerin toplamından oluşan ‘Tasavvuf Düşüncesi’ isimli kitapta derlenmiş.

Tasavvuf Düşüncesi ve Esmâü’l-Hüsnâ’nın mahiyeti…

Mahmut Erol Hoca’nın ‘Tasavvuf Düşüncesi’ isimli mühim çalışması, Esmâü’l- Hüsnâ bahsiyle başlar. Malumunuzdur ki; Gazzâli’den İbn Arabî’ye kadar İslâm ârifleri, isimlerin aslında şahadet âleminin yapı taşları olduğunu ve bütün yaratılışın bu isimler üzerinden bina edildiğini; dolayısı ile bilim insanlarının da bu isimler arasındaki irtibatı bulmaya çalışan, bu irtibat neticesinde oluşmuş oluşumları keşfe gayret eden kişiler olduğunu dile getirmişlerdir. Bu sebeple ‘ins’ olarak bizlerin, isimler üzerinden yapacağı açılımlar, gerek manevi gerekse de maddi dünyamızda yepyeni yollar açabilir. Bu açılım için Mahmut Erol Hoca’nın açıklamalarına kulak vermek, yolumuzu kolaylayacaktır. “Ârifler derler ki: ‘Yedi esmâ esastır.’ Allah’ın bu yedi ismine, ‘ümmühât-ı seb’a’ denir. Bu isimler ilk olarak Allah’ın ‘Hayy’ isminden zuhur ederler… Allah kâinatı isimleri ile kuşatmıştır… Zât’tan evvela sıfatlar ve ondan da filler çıkmıştır çünkü hareket meydana gelmektedir. Sıfata bağlı olarak isimler oluştu. İsimler de eşyanın yani maddelerin aslını oluşturdu. Dolayısıyla biz şu an madde âleminden fiillere, oradan isimlere, isimlerden sıfatlara, sıfattan ‘Zât’a çıkmak gibi bir hiyerarşiyi izlemek durumundayız. Eşyanın yani ‘şey’lerin, nesnelerin sırrı isimlerdir. Esma, nesnelerin sırrıdır… İsimler müsemma ile irtibatlıdırlar.” Öyle ya, “Esmada takılan müsemmaya gel”, çağrısı boşa mıdır? Mahmut Erol Hoca isimlere bilhassa dikkat çekmesinin sebebi, Allah’ın ancak isimleri ile tecellileri ile bilinir olmasından. Çünkü kayıtlılık âlemi, kayıtsızlık âlemini kaldıramaz.

Allah’a giden en güzel yol, nereden geçer?

Esma-ı İlahi’dan bunca dem vurmuşken, onun yüklenicisi olarak ‘insan’ın seçilmiş olmasının sebeb-i hikmetine değinmeden olmaz.  İnsan yeryüzünde,  “Alleme’l-esmâe külleha” âyetinin muhatabıdır. “Allah’a giden en güzel yol, Allah’ın mazhar-ı tammı olan insandan geçer.” Diğer yaratılanlarla mukayese edildiğinde Mahmut Hoca’nın tespitiyle; Allah’ın cemii esmalarından en çok tekrarlanan 99 esmasının, insanlık mertebesinin hepsinde artı olduğu, hayvanlar âleminin yetmiş küsur isimde kaldığını, nebatatın elli küsur isimde kaldığını, cemadatın ise otuz-kırk isimde kaldığını görürüz. “Allah’ın “el-Alîm”, “el- Hakîm”, “el-Latîf”, “el-Habîr” gibi isimlerinin hepsi ancak insanda zuhura geldiğinden dolayı, insan bütün varlığın imamı, bütün varlığın kendine secde edeceği, kendine yöneleceği bir varlık oluyor…” Çünkü her şeyin kaynağı, Allah’ın esmâsının manalarıdır ve bu manaların yoğunlaşmasıyla “ef’al âlemi” dediğimiz çokluk âlemi zuhur etmektedir.

‘Tasavvuf Düşüncesi’ İbn-i Arabî’siz olmaz…

Mahmut Erol Kılıç Hoca, şuan için dünya üzerinde İbn-i Arabî konusunda en ehil kişilerin başında gelir. Yıllarca İbn-i Arabî Hazretleri üzerine yapmış olduğu araştırmaları, İbn-i Arabî Hazretleri hakkında kaleme aldığı nice değerli çalışmaları mevcuttur. İslam’ın tasavvuf boyutuna İbn-i Arabî penceresinden bakarak, kendi görüş ve düşüncelerini İbn-i Arabî Hazretleri’nin görüş ve düşünceleriyle harmanlayarak beyan eder çoğu zaman. ‘Tasavvuf Düşüncesi’ isimli eserinde de İbn-i Arabî’nin tasavvuf öğretisini kısa ve öz olarak aktarır Mahmut Erol Hoca. Eş-şeyhu’l-ekber yani şeyhlerin en büyüğü olarak anılan Endülüslü bilge ve sûfî İbn-i Arabî, yeryüzünün en doğurgan yazarlarından biridir aynı zamanda. Öyle ki onun yalnız çağdaş baskısında 17.000 sayfa olan Fütûhât’ı, kaleme aldığı beş yüz eserinden sadece bir tanesidir. Mahmud Erol Hoca, İbn-i Arabî’nin Vahdet-i Vücut öğretisine ve İbn-i Arabî’nin eserlerini dikkatle aktarır kitabında.

Hakikat-i Muhammediyye’nin mahiyeti…

‘Tasavvuf Düşüncesi’ eserinde tasavvufu epistemolojisi ile ele alır Mahmud Erol Hoca. Hoca’ya göre “Tasavvuf aslında bir tür din felsefesidir, din arkeolojisidir.” Öyle ki; “tasavvufî bakış açısına göre, şehadet âlemindeki hiçbir bedenin ve hatta harflerle ifade edilenin bile hakikati bu âlemde değildir… Asıl amaç bedenlere urûc etmektir.” Mahmud Erol Hoca bu safhaları âyetler ile açıklar. “Biz O’na kendi katımızdan ilim talim ettirdik.” ( Kehf, 18/65 ) âyeti talim edilen ve O’nun katından indirilen bir ilmin varlığına delildir. Bu ilim; “Kalpleri katılaşmış olanlara veyl olsun!” (Zümer, 39/22) âyetinde işaret buyrulan kalbi katılar için bir açıcı, inşirah edicidir. Onların kalpleri “Allah’ı anmaktan uzak oldukları için.”(Zümer, 39/22) katı hâldedir. Onların inşirah bulmaları, Allah’ın katından inene ve talim edilmeye müsait olan ilim ile birlikte ancak “ Kim Allah’a inanırsa onun andığı Allah, onun kalbini hidayete erdirir.”, düsturu üzeri Allah’a iman ile ifşa olur. Bu ve benzeri birçok âyetten hareketle, Mahmud Erol Hoca, “gerçek bilgi, obje ile süjenin birlik hali”nde olduğuna işaret eder. Bu birlik hâli aynı zamanda bir hareket hâlidir. Çünkü madde, kendi kaynağını bulana kadar nasıl hareket ederse, insanda rabbiyle miraç edene kadar hareket, arayış, suluk hâlindedir. Bu haseple Tanrısal bilgi sadece teoloji ile ilgili değil, tam manasıyla ontolojik bir arayıştır.

Öğreti metodu ise sûfilerde, kitabî olarak değil hal lisanı ile gerçekleşir. Bu da bizlere tasavvufi öğretinin bir metodu, pratiği olduğunu gösterir. Daha da ilerisi için Mahmud Erol Hoca “tasavvuf sanattır, metoddur. Bir tür dine bakış açısıdır.”, der. Zaten sûfilerin nazarında âlem; zâhir ve bâtının dengesi üzere yaratılmış “olabilen en mükemmel” (ebdeu min mâ-kâne ) yani optimum noktadaki bir oluşumdur. Bu âlem ise Hakîkat-i Muhammediyye’nin yansımasıdır. Mahmud Erol Hoca mevzuyu şu şekilde somutlaştırır: “ Hakikatî Muhammediyye kavramı bedenlenmiş, Mekke’de doğmuş, Medine’de vefat etmiş, Abdullah’ın oğlu, Âmine’den doğma Hazret-i Muhammed dediğimiz o şahs-ı mücessemin hakikatidir… Bütün peygamberler, Hazret-i Muhammed de içlerinde olmak üzere, hakikat-i Muhammediyye’nin yansımasıdırlar. Hakikat-i Muhammediyye ile Hazret-i Muhammed arasındaki miraç hadisesi vuku bulmuştur. Hazret-i Muhammed kendi hakikatine mirac ermiştir.” Bu haseple bütün peygamberler, hakikat-i Muhammediyye’den neş’et etmiştir. Her bir peygamber, Hazrat-i Muhammed’in bir yönünün izhar edicisidir. Bu durum tıpkı Allah ismi gibidir. Nasıl ki; Allah ismi lafza-yı Celâl’dir, Muhammed ismi de bütün paygamberlerde mânen mündemiçtir. Yani Hazret-i Muhammed âdete bütün peygamberlerin toplamdır, bütün peygamberlerin ortak adıdır. Muhammediyyet, nübüvvetin ortak adıdır.

Muhammed’dir Hakkâ mir’ât…

Tasavvuf ehlinin büyükleri, tüm dünya hayatları boyunca, Hakikat-i Muhammediyye’nin peşinde terlemişlerdir. Ancak her vakit hakikat-i Muhammediyye’yi konuşmak çok zor olmuştur. Hakikat-i Muhammediyye, yalnız yaşayanların aşina olduğu bir realite olduğu için bu realiteyle birebir bağlantı kuramamış olanlar, onu inkara kalkmışlar; nice meşakkatler aşarak hakikat-i Muhammediyye ile irtibat kuranlar ise bu realiteyi direkt olarak söze yansıtamamışlar, bu realiteyi edebiyat vasıtasıyla Allah’ın müsaade buyurduğu kadarıyla açık etmişlerdir. Mesela Osmanlı döneminde yaşamış sûfilerden Hasan Sezai Hazretleri

“Muhammed’dir cemâl-i Hakk’a mir’ât

Muhammed’den göründü kendi bizzât

Muhammed şerhidir enfüs ü âfâk

Ne ki vardır bidâyât u nihâyât”,

dizelerinde bu hakikati dile getirmeye çalışmıştır. Hasan Sezai Hazretleri’nin bu dizeleri bizlere âlemin hakikat-i Muhammediyye’nin adeta bir şerhi olduğunu anlatmaktadır.

Âlem, hakikat-i Muhammediyye’nin sayfaları olarak görülmüştür. Bilindiği üzere, âlem de bir insan modeli üzerine kurulmuştur. İnsan ile âlem arasında direkt bir bağlantı vardır. Cîlî’nin de altını çizdiği, vahiy olarak Hazret-i Muhammed’e gelen şey de hâkikat-i Muhammediyye’den akl-ı Muhammediyye’ye intikal eden şeylerdir. Dolayısı ile hakikat-i Muhammediyye’nin şerhi ve insan ile direk irtibatlı olan âlem, vahyin kendisidir. Kadim tasavvura göre âlemin insan gibi aklı, beyni, ayakları vb. uzuvlara sahip olduğu düşünülür. Dolayısı ile insanda olan her şey âlemde mündemiçtir. Ortaçağ filozoflarının, “Üstünde âlemin ruhunu arıyorum.”, dedikleri şey aslında hakikat-i Muhammediyye’den başka bir şey değildir. Bu haseple, insanın “Men arafe nefsehû fekad arafe rabbehû”, düsturu ile Rabbi’ni nefsinde aramaya başlaması, âlem olarak kendinde, hakikat-i Muhammediyye’ye yapılan bir yolculuktur.

İlâhi Kemâle Seyahat Edenler…

Mahmud Erol Hoca da kitabında “‘philo-sophia’ felsefe midir, tasavvuf mu”, sorusu üzerinden tasavvufla felsefenin benzerlik ve farklarına uzun uzadıya temas etmiş. Hoca’nın tespitleri Klasik dönem İslam düşüncesinden başlar. “Klasik dönem İslam düşüncesinde philo- sophia (filisofya ) kelimesinin anlamı, genellikle sadece terkibin ikinci kelimesi olan “sofya” anlamında ele alınmış görünmektedir.”  Bu minvalde Mahmud Erol Hoca, klasik dönemde “filosofya, yani ilâhi hikmetin araştırılması, “sofya” olarak, yani kendinden ilâhi hikmet şeklinde anlaşılır.”, sözleriyle epistemolojik bir açılımı yapar. Gene epistemolojik eksende hareket ettiğimizde Allah’ın “el-Hakîm” olduğu dolayısı ile tüm hikmetin kaynağı olduğu için, hakîm de ilâhî hikmeti alan ve ona iştirak eden kişi olarak tezahür eder. Dolayısı ile “hikmet”i araştırmak, Allah’a, ilâha, başka bir ifadeyle “el-Hakîm”e götüren bir seyahate çıkmak demektir.

Cenab-ı Hak, hikmeti istediğine verir. Bu minvalde âyet: “Dilediğine hikmet verir; hikmet verilene ise, çok bir hayır verilmiş demektir.” Bu âyetten hareket ettiğimizde karşımıza Mahmud Erol Hoca’nın şu tespiti çıkar: “Bu âyet açıkça, hikmetin Allah tarafından verildiğini ve insanlar tarafından kazanılmaktan ziyade alındığını ifade etmekle birlikte, onu almaya hazırlanmış olanlar, ilâhi kemâle doğru seyahate girişecek olanlar için hikmetin ulaşılabilir olduğuna da işaret ederler.” Bu doğrultuda Mahmud Erol Hoca Kindî, Farâbî, İbn Sina, Sühreverdi, Şeyh Ebu Yusuf Hemedâni gibi güzidelerin ‘felsefe’ye dair düşüncelerine yer verir. Mesela Kindî’den şu alıntıyı yapar: “Felsefe, insanın kudreti dâhilinde eşyanın hakikatlerini bilmektir. Çünkü filozofun nazarî bilgiden gayesi, hakikati elde etmek; ameli bilgiden gayesi ise hakikatle uyum içinde olmaktır… Felsefe, Allah’ın fiiline benzer şekilde fiilde bulunmaktır.” Bunun yanında Farâbî’nin felsefeyi “varlığın kavranması” olarak tarif ettiğini; İbn Sina’nın da “kişinin yapabildiği kadarıyla eşyanın hakikatlerini bilmesi” olarak felsefeyi tarif buyurduğunu aktarır Mahmud Erol Hoca.

Meseleyi İbn Arabî’nin görüşleri doğrultusunda sonlandırır Mahmud Erol Kılıç. “Nazarî bilgiye sahip olanlar, yani felsefe ile hakiki bilgi ve makâma sahip olanlar, yani sûfiler ve muhakkıkûn, İslâm’ın gerçek hakîmleri… Hal sahibi olanların ontolojik konuları, daima kâl sahibi olanlardan yüksektir… İki grup arasındaki gerçek fark, hâl sahiplerinin referansının amudi bilgi ve tecrübe olmasına karşın, kâl sahiplerinin ufkî tecrübe ile aklî ve tarihî malumata atıfta bulunmalarıdır. Hakiki filozoflar, “hakîmlerin ifadelerini veya başkalarının ifadelerini nakledenler değildir. Biz eserlerimizde sadece ilhamın neticesini ve Hakk’ın bize emrettiklerini yazdık.”, der İbn-i Arabî Hazretleri.

Arabî’nin düşüncesi üzerinden nihai noktaya işaret eder Mahmud Erol Hoca, sonucu da Câmî’nin şu dörtlüğü ile bağlar:

“Yunan’ın hikmeti hırs ve meylidir

  Fakat müminlerin hikmeti,

  Hz. Peygamber’in emridir.”

Göçtü kervan kaldık dağlar başında…

Nihai olarak toparlayacak olursak tablo şöyledir. Felsefe, filozof, yahut feylesof, birçok kere kulağımıza değmiş kelimelerdir. Gündelik hayatımızda bilinir – bilinmez anlamlarıyla bu kelimeleri hoyratça telaffuz etmişizdir. Anlamlandırmışızdır. Oysa ki; meseleye derinden baktığımızda ciddi bir ayrım karşılar bizi. Akademik literatürde “felsefenin babası” tabiriyle ilk filozof olarak tanıtılan kişi Pisagor’dur. Pisagor’un yaşayışına dikkatle eğildiğimiz vakit, ciddi bir kırılma noktası görürüz. Mısır’da eğitimini tamamladıktan sonra Samos’a dönen Pisagor, kendisine bir halka oluşturur. Uzun yıllar bu halkaya ders verir. Bu dersler neticesinde öğrencileri, ‘bize bilmediklerimizi öğretti’ diyerek Pisagor’a ‘Tanrı’ demişlerdir. Ancak Pisagor bu adlandırmayı ve tanımlamayı kabul etmemiştir. Pisagor’un bu reddi karşısında öğrencileri, Pisagor’u ‘peygamber’ olarak tanımlamışlardır. Pisagor, bu tanımlamayı da kabul etmemiştir. Son raddede öğrencileri, Pisagor’u ‘sofia’ yani ‘bilge’ olarak tanımlamışlardır. Pisagor, vicdanıyla bu tanımlamaya da karşı çıkmış ve öğrencilerine Mahmud Erol Hoca’nın aktardığı şekliyle, şöyle demiştir: “Hayır, bu saydıklarınızın hiçbiri değilim. Siz o bilgeleri tanımadınız, o Sofia’ları tanımadınız ama ben onları tanıdım, onlar tarafından eğitildim. Aramızdaki fark bu… Siz bana o bilgeleri seven, bilgeliği ve bilgiyi seven kişi deyin.” Bilge ve bilgelik anlamına gelen ‘sofia’ kelimesinin başına; seven, muhib olan manasını taşıyan ‘philo’ kelimesini getiren öğrencileri Pisagor için ‘Philo-Sofia’ demişlerdir.

Dolayısı ile asıl bilgeler, asıl filozoflar ‘Pisagor’u eğiten doğudaki o büyüklerdir. Mahmud Erol Hoca bu noktada iki perde açar bizlere. İlk raddede asıl bilgelerin doğudaki ‘Pisogor’u eğitenler olduğunu söyler; ikinci raddede ise ‘Pisagor’ gibi bilgiyi ve bilgeleri seven ve bilginin beşinde koşan ‘filozof’ların da artık olmadığından dertlenir. “Bilgeler gitti, onları bir şekilde yitirdik. Onların yerine onları sevenler yani filozoflar geldi. Tabii ki Gelenek’ten bu düşüş, modern zamanlara doğru daha da süratlenince günümüzde hakiki manasıyla filozof da kalmadı.”

Zaten Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in tam da bu manada buyurduğu: “İçinizden bilgelik ancak bilgeler alınması suretiyle kalkacak”, dediği gibi zuhur etmiyor mu? Hz. Yunus Emre’nin bu güzel hadisi şu enfes şerhi doğru değil mi?

“Göçtü kervan kaldık dağlar başında”

“Geydim Hırkayı” Kitabı Üzerine Söyleşi

“OTUZ SENEYİ GEÇTİ OTUZ SANİYE GEÇMEMİŞ GİBİ, YANIYORUM”

Allah-u Zülcelâl’in öyle kulları vardır ki Rabb’ül Âlemin Kur’an-ı Kerim’inde: “E lâ inne evlîyâallâhi lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn. / Muhakkak ki Allah’ın evliyasına (dostlarına), korku yoktur. Onlar, üzülmeyecekler ve mahzun da olmayacaklardır.”, âyetiyle onlara hitap buyurur. Bir hadis-i kutside ise; Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Allah Teâla Hazretleri şöyle ferman buyurdu: “Kim benim veli kuluma düşmanlık ederse ben de ona harp ilan ederim. Kulumu bana yaklaştıran şeyler arasında en çok hoşuma gideni, ona farz kıldığım (aynî veya kifaye) şeyleri eda etmesidir. Kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşmaya devam eder, sonunda sevgime erer. Onu bir sevdim mi artık ben onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı (aklettiği kalbi, konuştuğu dili) olurum. Benden bir şey isteyince onu veririm, benden sığınma talep etti mi onu himayeme alır, korurum. Ben yapacağım bir şeyde, mü’min kulumun ruhunu kabzetmedeki tereddüdüm kadar hiç tereddüte düşmedim…”(Buhârî, Rikak 38.) buyrulmuştur.

Bizler şeksiz şüphesiz inanırız ki Safer Efendi Hazretleri, yukarıdaki âyete de hâdise de mazhar olmuş güzidelerden bir güzidedir. Rabbim şefaatine bizleri nail eylesin. Efendi Hazretleri’nin sene-i devriyesi ( 21 Şubat ) münasebetiyle Geydim Hırkayı kitabını derleyen Adalet Çakır Hanımefendi ile konuştuk.

 

 

1-Nasıl biriydi Safer Efendi Hazretleri? Efendi Hazretleri’nin bir portresini çizer misiniz?

 

Cevherin takdîrini ancak sarraf yapar, sözü meşhurdur. Dolayısıyla bu hususta konuşmak bizim haddimizi aşar. Ancak, sohbetlerin bıraktığı intibâdan hareketle, onun sohbetine iştirak eden kadın-erkek, çocuk-genç-yaşlı, âlim-cahil, müslim- gayr-i müslim, yerli-yabancı her kesimden insana karşı tavr u muâşeretinden yola çıkarak bir şeyler söyleyebiliriz. Safer Efendi’yi uzak veya yakından tanıyan herkes, ekmel derecedeki tevazûsuna hayrandır. Nitekim sohbet ederken kendisi yerde oturduğu halde, hâfızları, âlimleri ve misafirlerini üst başa oturtur ve uğurlamak için de hasta bedenini ayağa kaldırmaktan içtinap etmez. Talebelerinden biri bu halini tarif etmek için, “onu dervişlerinden ayırmak zordu. Hayatında ilk defa gören misafirler, onun çevresinde oturan yüzlerce kişinin mürşidi olduğunu fark etmekte zorlanırlardı” diyor. Kendisinden yaşça küçük olan Bağdatlı bir Seyyid’i eğilip dizinden öpecek kadar mütevâzi olduğu gibi, “Onların cismine dokanmak bizi cehennemden âzâd eder” diyecek kadar da Ehl-i Beyt aşığıdır Safer Efendi. Meşhur sehâveti gereği, sohbete başlamadan önce ikrama başlar. Çocuklara çikolata şeker, misafirlere gecenin hatırası kaset, kitap, levha vs., önündekilere tabağından, ulaşamadıklarına atarak mutlaka bir şey vermek mutadıdır. Cömertliği meslek edinmiş olan Safer Efendi için, “kendinden, sağlığından, zamanından, ailesinden en kolay da cebinden verdiği” söylenmiştir. Her kesimden insanla çok tabiî ve kolay bir iletişim kurmuştur. “Gönül lisanı”nı bilen “erler”den olduğuna kuşku yoktur. Çok küçük bir örnek. Safer Efendi, Amerika, Fransa, İspanya, İtalya gibi yabancı memleketlerden gelen misafir veya bendegânı ile mütercimler vasıtasıyla konuşmuştur. Onların lisanlarına vâkıf olmadığı halde, sözleri tercüme edilirken bâzen müdahale eder ve doğru yapılmadığı uyarısında bulunur. Vefâyı onunla tarif etmek sanırız yerinde olur. Kalbinde yaşattıklarını, sohbetlerinde de dilinden düşürmez. Tabiî bunların en başında Fahreddîn Efendi gelmektedir. Uzakta olanlara mektup yazar, selâm gönderir, göçmüşleri, hastaları, sıkıntısı olanları dualarında ismen zikreder; ayrıca yakînen ilgilenir. Safer Efendi, Mürşid-i Azîz’ine “bendegânın Baba Sultanı” dediği gibi, onun bağlıları da kendisini “müşfik bir baba” olarak nitelemişlerdir. Aynı yolun sâliki olan Tosun Bayrak onun bu yönünü, “Safer Efendi, şefkat ve muhabbetiyle, herkese en çok kendisini seviyormuş gibi hissettirirdi” sözüyle vurgulamaktadır. Yani selefi olan Mürşid-i Azîzi’nin “Bendegânının Baba Sultanı” sıfatını hakkıyla tevârüs etmişlerdir.

Nüktedân bir mîzâcı olan Safer Efendi’nin, anlattığı fıkralar, yaptığı latîfeler ile dinleyenleri neşeye gark ettiği, sohbetinde bulunanların malûmudur. Can dostu Kemal Baba’ya yaptığı şakalar da meşhurdur.

 

2-Safer Efendi Hazretleri’nin çocukluk ve gençlik yıllarından bahseder misiniz?

 

Safer Efendi Hazretleri, 20 Ağustos 1926 yılında, İstanbul’da Suriçi semtlerinden Eğrikapı’da dünyaya gelmiştir. Babası Sadık Efendi, Debre muhaciridir, Arnavut’tur. Ailenin geçimini, Rumlar’dan öğrendiği helvacılık ve dondurmacılıkla temin etmektedir. Annesi Ülker Hanımefendi ise Emir Sultan sülalesinden ve Çanakkale şehidi bir babanın kızıdır. Çok küçük yaşta yetim kalması ve tabiatındaki mülayemet, onu evladlarına karşı son derece müşfik bir annedir. Safer Efendi, onun terbiyede en katı olabileceği durumu “ancak eteği ile dövebilir” cümlesi ile ifade edermiş. Safer Efendi’nin fart-ı zekâdan dolayı son derece haylaz bir çocukluk geçirdiğini torunlarına aktaran da yine Ülker Hanım’dır. Vâlidesinin anlattıklarını gülerek dinleyen Safer Efendi, “Anacım, bari çocukların yanında anlatma” diyerek latîfede bulunurmuş. Öte yandan bizzat kendisinin hikâye ettiği hadise, Vâlidesini haklı çıkarır niteliktedir. Mide bulantıları sebebiyle kendisini muayene eden Fransız doktor Allen, “çocukluğunuzda hiç kafa üstü düştünüz mü” diye sorduğunda “evet” der ve anlatır: “Çocukken, en uçtaki kozalağı almak için çam ağacına çıktım. Tırmanırken yere düştüm. Tabiî, ben yüzümü görmüyorum. Şevki –Safer Efendi’nin ağabeyidir- çok korktu. Sakın evdekilere söyleme dedim. Ama o yüzümü kanlı görünce koşup eve haber vermiş. Annem, babam, büyükannem koşarak geldi. Tabii, büyükannem beni hemen arkasına aldı.” Şefkatli olduğu kadar dirayetli bir hanım olan Ülker Hanım, özellikle iki erkek evladını hayata hazırlamak için son derece titiz davranmıştır. Bu sebeple Safer Efendi’nin elinden her işin geldiği söylenir. Dervişali mahallesindeki 17. İlkokul’da, halk arasındaki ismiyle Taş Mektep’de ilkokulu bitiren Safer Efendi, ortaokul tahsilini yarım bırakmak mecburiyetinde kalmıştır. II. dünya savaşının doğurduğu maddî zorluklar sebebiyle, öğretmenlerinin bütün ısrarlarına rağmen babası, okuldan almıştır.

 

 

3-Efendi Hazretleri’nin Fahrettin Efendi Hazretleri’ne biat edip dervişi olması ne şekilde vuku buluyor?

 

Şurası çok açık ki, Safer Efendi’nin Fahreddîn Efendi’ye bîatı onun hayatının dönüm noktası olmuştur. Bu konu bilenlerin malûmudur, yazıldı da. Hatırlatmak kabîlinden kısaca bahsedecek olursak; Safer Efendi, 1950 yılından itibâren bir mürşid-i kâmile bağlanma arzusu ile arayış içine girmiştir. Kādirîhâne şeyhi Gavsî Efendi ve Ayni Ali Baba dergâhı şeyhi Muhyiddîn Ensârî Efendi gibi tasavvuf muhitinden bâzı zevatla tanışır. Aynı yıllarda İstanbul’un meşhûr hâfız ve vâizlerinden Büyük Cemal Efendi’nin vaazlarına da devam etmektedir. Ancak muhtelif tarîklardan dâvet almış olmasına rağmen kalbi bir türlü mutmain olmamıştır. Hal böyleyken bir gün, Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi’nin yeğeni Mustafa Sabri Bey, kendisine ‘Fahreddîn Efendi’yi işaret eder. Bundan sonrasını Safer Efendi şöyle anlatır: “Burada (Karagümrük), dörtyol ağzındaki kahveci dervîşti, Uşşâkî dervîşi Mehmed Efendi. Şeyhlerin, dervîşlerin uğrak yeriydi o kahvehâne. Orada tanıdık Fahreddîn Efendim’i önce. Gönül trafiğimiz karışık tabî, bir türlü karar veremiyoruz. Derken, bir gün Fahreddîn Efendim dâvet etti bizi. Aldırmadık önce. Sonra (Sa’dî şeyhi) Râşid Efendi’nin babasının (Âkif Efendi) cenazesi münâsebetiyle Sümbül Efendi’ye gitmiştik. Kabristandan dönerken, Kemal Baba ile ikimiz Fahreddîn Efendim’in koluna girdik. ‘Ben sizi dâvet ettim, niye gelmediniz?’ dedi. ‘Geliriz inşallâh Efendim’ dedim. ‘Öyle geliriz, melirizle olmaz! Bu Cuma gecesi boy abdesti al, arkadaşını da al gel’ dedi. Gittik, intisâb ettik, Kemal Baba’yla birlikte.” Yıl, 1953. Hâdisenin zuhura gelişi elbette önemli olmakla birlikte çok daha önemli olan, Safer Efendi’nin Fahreddîn Efendi’ye nasıl bir derviş olduğudur. Bir sohbetinde kendisine sorulur; şeyhi ile tanışması ve ondan sonraki değişimler.. Cevabı ise şudur: “Nasıl ifade edeyim? Bu iç âlemini insanlar kâfi değil ifade etmeye. Otuz seneyi geçti âhirete gideli. Otuz saniye geçmemiş gibi, yanıyor. Bak orada resmi var. İfâdesi mümkün değil. İşte onun aşkı, şevki; ben çok hastayım, yani cismen. Aktar dükkânı gibi, hastalıklarım var; birkaç defa enfarktüs geçirdim, ülser var, zatürre oldum. Daha henüz geçmedi. Şekerim yüksek, 400. Ayaklarım şişiyor, bak, o aşktan geri kalamıyorum, işte onun muhabbetiyle, onun muhabbetiyle yaşıyorum.”

 

4-Safer Efendi Hazretleri’nin tasavvuf hayatımıza ve bilhassa Tekke Musîkimize yapmış olduğu çok değerli katkılar var şüphesiz! Bunlar nelerdir?

 

Sadece sohbetlerini okuduğumuzda bile, Safer Efendi’nin irfan meclisinin aynı zamanda konservatuar mesâbesinde mûsikî tahsil edilen bir yer olduğunu rahatlıkla anlayabiliriz. O evvelâ mürşidi Fahreddîn Efendi’den tasavvuf irfan ve kültürüne dair ne öğrenmişse olduğu gibi aktarmıştır. İntisabından sonra mûsikî ile meşgul olmaya başlamıştır. Cerrâhî âsitânesi zâkirbaşılarından sertarîk Ali Haydar Efendi ilk mûsikî hocasıdır. Bir sohbetinde fiilî olarak bu alanda onu gayrete getirenin Albay Selâhattin Bey (Gürer) olduğunu söyler: “İlk besmeleyi o çektirdi. Bir dosya getirdi bana, yüz küsur ilâhî notası. ‘Ne olacak abi bunlar?’ ‘Bunları sana vereceğim’ dedi. ‘Yâhû ben nota bilmiyorum.’ ‘Olsun’ dedi, ‘bu işi sen yürüteceksin’.” Bu vazîfeyi alan Safer Efendi, Hopçuzâde Şakir Efendi (Çetiner), Hüseyin Sebilci, Salâhî Dede (Selâhattin Demirtaş), Yarbay Zühtü Bey, Cerrâhî Âsitânesi zâkirbaşısı Necati Bey, Hâfız Hüseyin Tolan, Hâfız Yaşar Okur, Hâfız Asım Bey gibi bestekâr ve mûsikîşinâsların, bestelerini kendi seslerinden makara teyplere kaydetmiştir. Kimi zaman üstadları “hazîne-i irfânını yokla” cümlesiyle harekete geçirmeye çalışmış, kimi zaman teybini saklayarak gizlice kayıt almak zorunda kalmıştır. Onun bu konudaki gayretini gören, meşk hocalarından Hafız Yaşar (Okur) Efendi, “Oğlum Safer, bu işler demode oldu, bunlarla ne uğraşıyorsun?” dediğinde ‘Belki bir gün moda olur” cevabını vermiştir. Karamürsel’de yaşayan Rumelili bir hanımdan ‘Acep lütfun seherinde’ ilâhisini kayda alabilmek için gece yola revân olduğu söylenir. Ancak hanım sofu olduğu için sesinin kayda alınmasını istemez. Bu uğurda tartışmasız bir iknâ kabiliyeti olan Safer Efendi, Harâbâtî şeyh Kadrî Efendi’nin kerîmesi Hüsniye Bacı’yı devreye sokar ve ilâhîyi okumaya râzı eder. Üstatların zaman zaman mutaassıp ve nekes tutumuna karşı sabırlı, kararlı ve iştiyaklı hâli ile pek çok eseri kaybolmaktan kurtaran Safer Efendi, arşivlediği ses kayıtlarını 1980’li yıllarda tanıştığı kanûnî Cüneyt Kosal ve Metin Alkanlı’ya vererek bu eserlerin notaya alınmasını sağlamıştır. Notaya alınan eserleri, eski İstanbul tekkelerinde icrâ edilen zikir usulleri ile meşk ettirerek yeni nesillere öğretmiş, meşkler sırasında istîdatlı müzisyenlere kendisi bizzat güfte vererek bestekârlığa teşvîk etmiştir. Bu uzun soluklu hizmetinin şahitlerinden bir Zât-ı Muhterem, “Âyinlerin icrâsında, usulüne göre yapılışında yüzde seksen pay onundur. Yüzde yirmiyi diğerleri paylaşır” demiştir. Bu arada kendisi de şâir ve bestekâr olan Safer Efendi’nin sevilerek okunan dokuz bestesi olduğunu da unutmamak gerekir. Bunların içinden en meşhuru, Fahreddîn Efendi’nin “Tevhîd etsin dilimiz” nutkuna yaptığı hüseynî bestedir. Bir talebesi, mûsikî ile alâkasına farklı bir yorum getirerek, Safer Efendi’nin hakîkî hüviyetini mûsîkînin ardına gizlediğini söylemektedir!

 

5-Safer Efendi Hazretleri’nin hayât-ı seniyyesi boyunca canı, ciğeri olmuş bir mübarek var. Kemal Baba. Kimdir Kemal Baba? Safer Efendi Hazretleri’yle olan ilişkisini anlatır mısınız?

 

Bu sorunun en kestirme cevâbı herhalde, Safer Efendi hazretleri kim ise Kemal Baba da odur. Zirâ bu iki mübârek Zât’ın birbirine kurbiyetini anlatmak için “bir elmanın iki yarısı” denmiştir. Kemal Baba Safer Efendi’nin, iş arkadaşıdır; Haliç’teki Câmialtı Tersanesi’nde birlikte çalışmışlardır. Yol arkadaşıdır; Fahreddîn Efendi’ye birlikte dervîş olmuşlardır. Safer Efendi, Kemâl Baba’nın mahviyet sâhibi bir Zât olmasından dolayı ilk önce kendisinin bîat ettiğini söylemiştir. Bu iki dost, Fahreddîn Efendi’ye, Allah’ın bir ihsânıdır. Zîrâ bir Bursa seyahatinde Rukiye Vâlide Sultan Fahreddîn Efendi’ye “Allah bize bir evlat verseydi’ diye sitem edince Hazret, “Ben bir rüyâ gördüm. Allah bize öyle bir ikiz evlat verecek ki öz evlat olsa o kadar olur” diyerek, 1930’lu yıllarda Rukiye Valide Sultan’a Safer Efendi ile Kemal Baba’yı tebşîr etmişlerdir.

Yine Kemal Baba Safer Efendi’nin seyahat arkadaşıdır; hac, umre ve Muzaffer Efendi ile birlikte yapılan yurtdışı seyahatlerinde hep beraber olmuşlardır. İlk bestelerini bile birlikte yapmışlardır. Safer Efendi’nin Divân’ında yer alan bir nutuktan, Kemal Baba’nın 1976’da emekli olduğunu ve bir müddet evine çekildiğini anlıyoruz. Safer Efendi hasretini nutka dökmüş; Ey benim cânım Kemâl-i Ümmî / Cân ü cânânım Kemâl-i Ümmî beytiyle başlayarak, sonunda da Gelirsen her bâd Muhibbî’n dilşâd / Olalım âbâd Kemâl-i Ümmî buyurmuştur. Kemal Baba da bir şiirinde Can dostunu şöyle tanıtır: Dili her dem tevhîd eder / Her dâim Allah der gezer / Şefkatlidir iyiliksever / Büyük küçük hörmet eder /Adı güzel yektir Sefer / Tam babadır kerem eder. Kemal Baba’nın Safer Efendi hazretleri için fedâ-yı cân ettiği söylenir. İlk kalp enfarktüsü geçirdiği zaman hastanede, biraz iyileşince yanına giren Kerîmesi’nin üzgün halini gördüğü zaman, “üzülme, merak etme bir şey olmaz. Benim sağlam iki dostum var: Kemal ile Mustafa” cümlesi ile tesellî eder. Nitekim Kemal Baba bir gün Safer Efendi’ye “Ben olmazsam, sen olursun. Ama sen olmazsan, ben olmam” demiş ve kısa bir süre sonra da vefat etmiştir.

 

6-Sizler Safer Efendi Hazretleri’nin bant kayıtlarını Geydim Hırkayı ismiyle kitap hâline getirdiniz. Emeğinize sağlık. Pek güzel bir çalışma olmuş gerçekten. Peki kitabın ismi neden ‘Geydim Hırkayı’? Nedir hırka giymek?

 

Bilindiği üzere tarîkat kültüründe hırka giymek, derviş olmaktır. Safer Efendi’nin ifadesiyle, “Aşkullah ve aşk-ı Resûlullâh verâsetidir.” Yine bilenlerin mâlumu olduğu üzere, Safer Efendi’nin dillerden düşmeyen bir nutku, Geydim hırkayı Hakk’ın yolunda mısraı ile başlamaktadır. Ve bu nutuk Safer Efendi’nin Fahreddîn Efendi’ye intisabından âhirete irtihaline kadar, kelimenin tam anlamıyla dervişliğe vakfettiği hayatını pek güzel hülâsa eder:

 

Geydim hırkayı

Hakk’ın yolunda

Sildim aynayı

Hakk’ın yolunda

 

Mustakîm oldum

Nefsimi bildim

Dostula dostum

Hakk’ın yolunda

 

Namaza durdum

Kâbe’yi buldum

Bilmezem n’oldum

Hakk’ın yolunda

 

Adını sevdim

Zikrini ettim

Vechini gördüm

Hakk’ın yolunda

 

Resûl Mustafâ

Dost-ı Kibriyâ

Şâh-ı enbiyâ

Hakk’ın yolunda

 

Nûreddîn pîrim

Fahreddîn şeyhim

Aşkî azîzim

Hakk’ın yolunda

 

7) Safer Efendi Hazretleri’nin sık sık dile getirdiği, özellikle vurguladığı hususlar nelerdir?

 

Safer Efendi hazretleri, fukarâya kanaatı (haline râzı olmayı), zenginlere sehâ ve keremi (düşkünlere yardım etmeyi), mütekebbire tevâzuyu, yaşlılara şefkatli ve merhametli olmayı, gençlere büyüklerine hürmet ve muhabbet etmeyi telkîn etmiştir.

Tabiatta gördüğü her güzellik karşısında, “Usta yaman” dermiş. Dervîşlik sırrının, ‘Hakk’a muhabbetle ubûdiyyet, mahlûkata şefkatle hizmet’te gizli olduğunu her dâim hatırlatmıştır. Bu sebeple, “Yarın rûz-ı mahşerde sana sorulacak şudur; ömrü hayatın boyunca kaç kişinin göz yaşını sildin?” buyurmuştur. Şahsî ve içtimâî bütün problemlerin ancak muhabbetle izâle edilebileceğini talîm etmiştir. Safer Efendi’ye göre “Din sevgidir, aşktır, meşktir. Sevgisiz din olmaz, külfettir.” Ömr-i hayatını Mürşid’ine duyduğu aşk ve muhabbetle geçiren Safer Efendi hazretleri, hem Fahreddin Efendi’ye hasretini ve hem de kendisini sevenleri kastederek, “Otuz sene biz yandık, otuz sene de siz yanın” buyurmuştur.

 

Kurbandan Kasıt Yakîn Olmaktır

Hz. Adem’den beri varlığını devam ettiren kurban hadisesi, bir kez daha bizleri selamlıyor. Bu selama hakkıyla karşılık vermek gerek. Daha kurban bayramı gününe ulaşmadan malum kesimler tarafından Müslümanların bu mübarek günü üzerine yazılıp çizilmeye başlandı. Hal böyle olunca kurbandan asıl maksadın bir hayvanı devirip boğazlamak olmadığını bildirmek gerekti. Tabii bu Müslümanlarca zaten bilinen bir şey.  Lakin sözde çağdaş Müslümanlarımız, bir hayvanı devirip boğazlamanın ibadet olamayacağını yazarlarken, aynı zamanda elhamdülillah Müslümanız ama biz böyle yapamayız demenin riyakarlığını yaşıyorlar. Maalesef kurbandan maksadın hakka yakînlik sağlamak olduğunu bilmemelerinin de bunda payı var. Bilmesi gerekir ki; yeryüzünde varlık dairesi içinde bulunan her ne varsa hepsinin bir varoluş sebebi var. Bu sebeple her varlıktan yaradılış sebebi nispetince insan istifade ediyor. Kurban olarak Müslümanların kestikleri hayvanlar zaten yaradılış manası içinde etinden, sütünden, derisinden istifade edilecek hayvanlardır. Binilecek yahut gücünden faydalanılacak hayvanlar değildir. Bu hayvanların kesilmemesi durumunda elbet hayvan bir gün ölecek ve ölen bedeni çürüyüp telef olup gidecektir.

Kurban Hz. Adem’den beridir var

Allah ile Kul arasında bir rabıta olan ve tıpkı Hac ve Oruç gibi Hz. Adem’den beri var olan kurban hadisesi, peygamberlerin şeriatleri çevresinde zuhurat olarak değişiklik göstermiştir. Hz. Adem döneminde ‘sunak’ adı ile ifa olunan kurban hadisesi, Hz. Muhammed (s.a.v) ile son halini almıştır. Hatta biliyoruz ki Habil ile Kabil arasındaki kavgalardan ilki bundandır. Rabbe yakınlık kazanmak için O’na hediye bırakma şeklinde zuhur ettirilen ‘sunak’lar ( keçi, gül, buğday… gibi ne akla gelirse) Habil tarafından hep iyi, güzel ve kendisine içten yakın olarak özenle seçilip bırakılırken, Kabil sunaklarının en zayıflarını, yetişmemişlerini alıp götürüp koyuyordu. O zamanın şeriatına göre Allah’ın hükmü dahilinde kabul edilen sunaklara (kurbanlara) bir nur iniyor ve o sunak yok oluyordu. Kabul edilmeyenler ise olduğu yerde kalıyordu, bu şekilde Allah kulunun ibadetini kabul edip etmediğini kuluna gösteriyordu.

Bizler ise şuanda kurbanlarımızın kabul edilip edilmediği hakkında bir bilgi sahibi değiliz. Bu sebeple kabul olması için Habil’in yaptığına uygun olarak kurbanımızı seçmeli ve Resulullah’ın(sav) tatbikat buyurduğu şekilde kurban ibadetimizi yerine getirmeliyiz.  Kurbanlık olarak seçilen hayvanın fiyatından ziyade, maddiyatımız ölçüsünde kalbimize yakın gelen hayvanı seçerek, onu en güzel şekilde, incitmeden usulü ile kurban etmek gerek. Bununla birlikte 2 rekat nafile namazıyla onu süslemek lazım gelir. Çünkü biliyoruz ki kurbandan maksat evvela yaratıcı ile yakinlik sağlamaktır. “Kurbiyet” ve “Kurib” kelimeleri ile aynı kökten gelen “kurban” kelimesi de Allah’a olan yakınlığımızın en önemli vasıtalarından biridir.

Gücü Yetipte Kesmeyen Mescidimize Gelmesin

Gerekli gereksiz her ihtiyacı için kesenin ağzını açan modern dünya Müslümanlarımızdan çeşitli yollarla kurban kesmemek için bahane üretenler var. Bu tiplere Efendimiz’in(sav) “ Kurban kesme zamanında kurban kesmeye maddi takatı olup da kesmeyen bizim mescidimize gelmesin” buyurduğunu hatırlatmak gerek…

Ömer Tuğrul İnançer Röportajı

Metin Erol: Efendim, her zaman buyurduğunuz bir husus var: Bizler Muhabbet Peygamberi (s.a.v)’in ümmetiyiz. Peki, Efendim bu muhabbet nasıl bir muhabbettir?

Ömer Tuğrul İnançer: Dünyada ne varsa, her şey Allah-u zü’l-Celâl’in bir ihsanıdır. Muhabbet de Allah-u zü’l-Celâl’in bir ihsanıdır. Yaradılışta, “Ben size ruhumdan ruh üfürdüm”[1] diyen Allah-u zü’l-Celâl, üfürdüğü ruhla beraber yaradılış sebebi olan sevgiyle muhabbeti ve yarattıklarının yaratıcılarını arayıp bulma cevherini de beraber vermiştir. Yani Hz. İbrahim(a.s.) kıssasını Kur-ân’ı Kerîm bedava anlatmıyor. Kur-ân’ı Kerîm hikâye kitabı değildir, ancak içinde birçok kıssalar vardır. İçinde bizden evvel, yani Efendimiz (s.a.v)’den önceki ümmetlerle, peygamberlerle ilgili bilgiler, olaylar da vardır. Bunlar neden anlatılmış? Tarih olsun diye mi? Değil. Hepsinde bir hüküm var. Malum, Hz. İbrahim(a.s) çocuk yaşta mağaradan dışarı çıktığında; yıldızları gördü ve, “Bunlar Rab” dedi. Evvela bunu bir incelemek lazım. Yani Rab; terbiye edici, çekip çevirici, idare edici, mürebbi, terbiye eden bir Rab ihtiyacı vardı. Yıldızların karanlıktaki aydınlığını görünce, “Bunlar Rab” dedi. Sonra ay doğdu, “Yıldızlar değilmiş, buymuş Rab” dedi. Sonra güneş doğdu. “Hâzâekber; işte bu en büyüğü, bu Rab” dedi. Ama güneş battı. “Böyle doğup batan şeyden Rab falan olmaz, olsa olsa bunları böyle terbiye eden başka bir varlık Rab’dır” dedi.[2] Bu neyi anlatıyor? İnsanın içinde yaratıcısını bulma cevherinin var olduğunu anlatıyor. Mesela Hz. İbrahim (a.s)’da olduğu gibi tefekkür ile bunun bulunabileceğini anlatıyor. Bu nasıl tabiaten yaradılışta verildiyse, muhabbet de yaradılışta verilmiştir.

Bilginin yalnızca belgeye dayandığını iddia eden bazı kafalar; yani tüm bir doğu tefekkürünü; Çini, Hindi, Acemi, Arabı, Türkü, Moğolu, Mançuryalısı, Sibiryalısı… Bütün bu kültürleri inkâr edenler var. Bu kültür tamamen sözlü bir kültürdür. Bunu inkâr edenler hadîs inkârına da kalkışıyorlar. Bakınız ne yazık ki Batı kültürü ve edebiyatı ‘literatüre’ yani yazma üzerine dayanır. Bizde edebiyat denen varlığa, Batı ‘literatür’ der. Bizim edebiyatımız ‘edeb’ kökünden gelir, Batı’nınki ise yazma kökünden gelir. Yani Batıda sözlü gelenek yoktur. Böyle olunca hadislerin de inkârı ortaya çıkar. Kütüb-ü Sitte’nin, Efendimiz (s.a.v)’in Ehadîs-i Nebevîyelerinin tamamını tespit etmiş olduğunu iddia etmek mümkün değildir. O kitaplarda yer almayan hadîslerin yok olduğuna hükmetmek de saçmalıktır. “Küntükenzenmahfiyyen” “Ben gizli bir hazine idim bilinmeyi murâd ettim ve yarattım”, mealindeki hadîsi inkâr edenler var. Bunun gibi “MenarfenefsehufekadrefeRabbehu” “Nefsini bilen rabbini bilir” hadîsini de inkâr edenler gibi… Hatta şefaati bile inkâr edenler var. Ola dursun. Cehenneme de kütük lazım.

Medine-i Münevvere’de bir Seyyid Alevi vardı, büyük bir hadîs âlimi idi. O zaman üniversite falan yok, normal eski usul öğretim devam ediyor. Bir defa yaşlılığında hanesinde ziyaret etmiştik. Sonra iyice yaşlandı, evine misafir kabul edemez oldu. Fakat bir ara düzelmiş, tekrar dışarı çıkmaya başlamış. Biz de umre ziyareti sırasında bir otelin lobisinde denk geldik. İki büklüm vaziyette koltukta oturup birisiyle konuşuyordu. Benim de bir arkadaşım vardı, göçtü Allah rahmet eylesin. Dedim, “Misafirleri bir gitsin, Hazreti ziyaret edelim.” “Tabii hay hay olur.” Gittik elini öptük. Ben, “Müsaadenizle size bir şey soracağım” dedim. Bu iki hadîsi sordum. “Bunlara yok diyorlar, bunlar var mı yok mu?” dedim. O Vehhabi baskısından o kadar yılmış ki Hazret, gayri ihtiyari iki tarafına bakındı ve kulağıma eğildi. “Sahih, sahih!” dedi. Yani, “Doğrudur, doğrudur, var” dedi. Bu sıradan bir adam değildi. Hadîs âlimiydi ve hadîs okuturdu. Evinde özel okuturdu. Seyyid Alevî. Yani bu hadîsler vardır. İşte Allah-u zü’l-Celâl, “Bilinmeyi murad ettim” demekle aslında Allah’ı her bilen Allah’ı sever, Resûlullah’ı her tanıyan Resûlullah’ı sever, diyor. İşte âyette de “Ben sizi şube şube, kabile kabile yarattım ta ki birbirinizi iyi tanıyasınız” demiyor mu?[3] Ne olacak bir birimizi iyi tanıyınca? Mahlûku tanıyıp Hâlık’ı tanımak demektir o. Nakşa bakıp, nakkaşı sevmek. Resme bakıp ressamı sevmek demektir. Birbirimizi tanırsak, birbirimizi severiz. Bizi Yaradan’ı da severiz. Dolayısıyla “birbirinizi iyi tanıyın” âyeti aslında, “Birbirinizi sevin ve Yaratıcıyı sevin” demektir. Yani sevgi, kâinatın yaradılış sebebidir.

Allah-u zü’l- Celâl, esmâsını Hz. Âdem’e ve onun zürriyetine vermiştir. Kendi ruhundan ruh üfürmüş, yeryüzünde kendisine halife olarak Hazret-i İnsan’ı yaratmış ve insana esmâsını vermiştir. Bu esmâlar, Resûlullah Efendimiz Hazretleri’nin, okunmasını, ezberlenmesini, manasının öğrenilmesini, o manaya uygun davranış biçimlerine sahip olunmasını tavsiye buyurduğu doksan dokuz esmâ ile sınırlı değildir. Allah-u zü’l- Celâl’de sevmek ve sevmemek hali vardır. Bu Kur-ân’ı Kerîm’in pek çok âyetinde zaten var. Ve özellikle de âyet sonlarında bu hâle işaret edilir. Âyet sonları, aslında bir hâdiseyi, bir hükmü anlattıktan sonra genel bir hüküm veren âyet parçacıklarıdır. Mesela, “Vallahu yuhibbu’l- muhsinîn[4] “Allah ihsan edenleri sever.” İşte kibirli olanları sevmez mesela.[5] Kâfiri sevmez, zalimi sevmez. Sevmek ve sevmemek: bunlar Kur-ân’ı Kerîm’de var mı? Var. Demek ki, Allah’ta sevmek ve sevmemek var. Peki, onun yeryüzünde halifesi olan, Allah-u zü’l- Celâl’in ruhunu taşıyan ve onun esmâsını hâvî olan Hazret-i İnsan’da da sevmek ve sevmemek vardır. İnsan terbiye edilip, terakki etmeye elverişli bir varlık olarak yaratılmıştır. Bu terakkiyat kendi kendine olmayacağı için, ilk insan olan Hz. Âdem (a.s.) aynı zamanda ilk peygamberdir. O peygamberin ve diğer peygamberlerin sözünü dinleyenler iki cihanda aziz olurlar. Sözünü dinlemeyenler rezil olurlar. Bunun soyla alakası yoktur. Hz. Şît (a.s.), Hz. Âdem (a.s.)’ın oğlu. Habil de oğlu, Kabil de oğlu. Biri peygamber, biri maktul, biri kâtil. Fakat aynı babanın oğulları üçü de. Dolayısıyla bu işlerin ırkla, yani maddi bağlantıyla alakası yoktur. İşte bir peygamberin sözünü dinleyenler, onun sözlerine ve fiillerine bir takım laflar ilave edenler ve bazı lafları çıkaranlar hariç, doğru yoldadırlar. Bunun içinde muhabbet de vardır. İnsan bu terakkiyi kendi kendine değil, peygamberlerin yol göstermeleriyle yapar. Resûlullah (s.a.v.)’den sonra, o Hâtem-ül Enbiya olduğu için Peygamberlik gelmez ama irşad faaliyeti devam eder. Çünkü mürşidler peygamberlerin varisleridirler. Mürşidler, âlimler içinde özel bir gruptur. Bilgi değil, olgu verirler. Âlimler bilgi verirler. Ama şunu unutmamak lazım; biz de kendimize göre bir takım şeyler öğrendik bu yaşa kadar. Her doğru bildiğimizi yapıyor muyuz? Yapmıyoruz. Her yanlış bildiğimizden kaçıyor muyuz? Kaçmıyoruz. O zaman bilgi ne işe yarıyor. Hiç. İşte mürşid; irşad eden, kişiye rüşd veren, kişiyi olgunlaştıran demektir. Bu da bir ilimdir ve kaynağı Efendimiz (s.a.v) dir. Çünkü Efendimiz (s.a.v.) Süleyman Çelebi Hazretleri’nin Mevlid’inde buyurduğu gibi ‘İlm-i Ledün Sultanı’dır. Ne güzel söylüyor Süleyman Çelebi Hazretleri: “Bu gelen ilm-i ledün Sultanıdır – Bu gelen tevhîd-ü irfan kânıdır”. Tabii burada tevhîd-i irfan kânı kısmı da önemli. Tevhid sadece “Lâ ilâhe illâllah” demek değildir. O kelime-i tevhiddir. Tevhidin safhaları vardır, bunlar ayrı mesele.

Sevgi, her insanda vardır. Bu sevginin yeryüzündeki tezahürü de estetiktir. Estetik kişiye göre değişmeyen objektif bir ilimdir. Matematiksel ölçüleri vardır. ‘Ben sanat yapıyorum’ namı altında estetiğin dışına çıkanlar sanat yapamayanlardır. Picasso olmadan Picassoluk taslayanlar, Picasso’nun “yamuk yumuk” zannedilen resimlerindeki manayı veremeyenlerdir. Deliliğin adı dâhilik veya sanat değildir. Sevgi, doğuşta insanda var olan ve beslendikçe büyüyen bir varlıktır. Her varlığın bir gıdası vardır. Bedenimizin gıdası bildiğimiz yemekler, bir adım ileri gidersek karbonhidratlar, proteinler vs… Ağacın gıdası vardır, hayvanın da gıdası vardır. Diğer kurumların da var olduğunu bildiğimiz için onların da bir gıdası olduğunu bileceğiz. Sevgi de bir kurumdur. Sevgi bir haldir ama netice itibariyle bir kurumdur. Bunun da bir gıdası vardır. Nedir sevginin gıdası? İzhar etmektir. Yani, ortaya koymaktır. Sevgiyi muhataba iletmek, ona bu sevgiyi izhar etmek sevginin gıdasıdır. Sevdiğini söyleye söyleye o sevgiyi büyütürsün. Eğer söylemezsen gıdasızlıktan sevgi ölür. Basit bir deney yapsın bu röportajı okuyanlar. Aynı gül kökünden iki tane gülü ayrı ayrı saksılara eksinler. Birini okşayarak, severek, tebessüm ederek, güzel söz söyleyerek sulasınlar. Ötekine ters ters baksınlar, kötü söz söylesinler ama suyunu, güneşini ve gübresini aynı versinler. İki bakım arasında sadece sevgi göstermek ve göstermemek farkı olsun. Altı ay sonra dikenlerini saysınlar. Severek suladıklarında, mesela, on beş, azarlayarak suladıklarında kırk diken görecekler. Neden acaba?

Japonlar optik ilminde bayağı ileriler. Bana bir kitap hediye etmişlerdi. İçerisinde özel makinelerle çekilmiş iki yüz küsur tane üç boyutlu kar tanesi fotoğrafı vardı. Çok zor bir teknikle çekilmiş, beni de çok alakadar etmiyor, ama bu teknikle yapılan çekim şunu göstermiş; kar tanelerinin her biri ayrı şekle sahip. Bir de suyun atomik yapısının resmini çekmişler. Güzel söz söyledikleri, güzel güzel baktıkları suyun atom yapısı köşeli olmayan, muntazam, yuvarlak hatlı ama muntazam vaziyette. Hafif estetik görünümlü bir moleküler yapıya sahip. Sert sert baktıkları sövdükleri suyun moleküler yapısı ise yamuk yumuk. Ben biraz madenden de anlarım. Meraklıyım. Mesela taşa çok meraklıyım. Taşı tıraşladığın zaman çok güzel desenler çıkar ortaya. Bu tıraşlama esnasında bir milimlik kaymalar dahi taşın desenini değiştirir. Cenâb-ı Hakk’ın kudretini izlemeyi severim taşta da. Eskiden dağdaki kitleler, büyük kayalar, matkaplar ile delikler delinerek ve o deliklere dinamit konularak patlatılır idi. Büyük bir kitle elde edilir, sonra o tezgâhlara çekilir ve kullanılacak hale getirilirdi. Şimdi teknik değişti. Yine delik deliniyor fakat o delikten zincirli ve yaylı bir testere sokuluyor, o testere ile kesiliyor taşlar. Patlatma tekniği yok. Böylece evvela kitle ziyan olmuyor. Bu önemli, çünkü israf haramdır. Bakın Efendimiz (s.a.v.)’in bu kadar sarih, bu kadar herkesin anlayacağı kadar açıklıkla söylenmiş başka sözünü bilmiyorum. “Denizden bile abdest alırken suyu israf etmeyin.” Bu zihniyeti bu kadar güzel veren bir söz dünyada bulunmaz! Dolayısı ile her şeyin israfı haramdır. Dağdaki mermer kitlesinin, granit kitlesinin, traverten kitlesinin de israfı haramdır. Patlattığın zaman işe yaramayan birçok küçük parça çıkıyor ortaya. Kestiğin zaman ise birçok küçük parça çıkmaz. Hatta testereli kesimlerde dört, beş, altı ve yedinci kesimlerle taş belli bir düzeye getirildiği için israf sıfıra indiriliyor. Buncasını niye anlattım? Dinamitle patlatılarak elde ettiğin bir taşı cilala; bir de testereyle kesme metodu kullanılarak elde ettiğin taşı cilala ve arasındaki farka bak. Keserek elde ettiğin daha parlak ve daha canlı olur. Denemesi bedava. Neden peki bu fark? Çünkü onun da bir canı var. Evet, taşın, toprağın da bir canı var. Taş ve toprak da sevilir. İsteyen inkâr etsin. Efendimiz (s.a.v.) ne buyuruyor: “Ben Uhud’u severim, Uhud beni sever.” Uhud dağ değil mi? Taş değil mi? O zaman, sevmek ve sevilmek var. Taşta da var. Bunun daha ötesi var mı? Bitti. Onun için insan eşref-i mahlûkat; hayvan, bitki, cemadat dediğimiz dağlar- taşlar hepsi sevgiden anlar. Çünkü yaradılış sebebi sevgidir.

Metin Erol: Peki Efendim Muhabbet ile Edeb arasındaki ölçü ne olmalıdır?

Ömer Tuğrul İnançer: “Kesret-i muhabbette edeb dahi sâkıt olur”. Ancak bunun üçüncü şahısları vardır. Biz yalnız yaşamıyoruz. Şimdi ferdî hürriyet adı altında serserilik, başıbozukluk moda oldu. Bunun adı ferdî hürriyet değildir. Başıbozukluktur. Biz yalnız yaşamak için yaratılmadık. Bizden gayrılar da var. Bizden gayrılar ile beraber yaşıyoruz. İşte bizden gayrıların haklarına riayet etmek edebdir. Ayrıca, “Kesret-i muhabbette edeb dahi sâkıt olur” dedik. Ama bu, iki muhip arasında olur. Yani iki birbirini seven arasında olur. Üçüncü varsa orada edeb sâkıt olmaz. Allah (c.c.) ve Resûlü’ne ve onların vârisi olan Evliyaullah’a olan muhabbette lâubaliliğe yer yoktur. Onun için muhabbetin nasıl izhar edileceği, hangi edeb dairesinde olacağı büyüklerimiz tarafından kanalize edilerek bir sisteme bağlanmış ve herkesin meşrebine hitap edebilen pek çok sistemler ortaya konmuştur. Herkes kendi meşrebine göre… Çünkü meşrep değişmez. Parmak izi ve DNA gibidir meşrep. O meşrebe uygun bir yol seçerek o muhabbet izhar edilir. Edebe muhalif gibi görünen ama aslında hakiki edeb olan bazı hususlar vardır. Günlük hayatla özel hayat arasında bu nevi farklılıklar vardır. Mesela büyük sözü dinlemek edebdir. Bir yere gidildiği vakit, daima mütevazı bir yere oturmak, başköşeye oturmamak edebdir. Ancak o mecliste bir büyük varsa ve kişiye “Şuraya otur” dediyse “Aman efendim estağfirullah” demek edebsizliktir. “Başüstüne” deyip oturmak edebdir. Bu özel. Mesela Mekke’nin fethi günü Efendimiz (s.a.v.) Hz. Bilâl (r.a.) ve Hz. Cenâb-ı Ali (k.v.) ile beraber Kâbe’nin içinde putları temizliyordu. Fakat bir tane yukarıda, bir rafın üzerinde bir put vardı. Efendimiz (s.a.v.) asasını da uzattı ama yok kurtarmıyor, indiremedi onu. Hz. Cenâb-ı Ali (k.v.)’ye seslendi. “Ya Ali, omzuma çık, indir onu oradan” diye. Hz. Cenâb-ı Ali, “Olur mu ya Resûlullah” dedi itiraz etti. “Çıkmam, siz benim omzuma çıkın” dedi Hz. Ali (k.v.). Efendimiz (s.a.v.) ise “Bugün celalliyim beni taşıyamazsın” buyurdular. Yeri gelmişken söyleyelim; buradan bir başka mana daha çıkıyor. Demek ki, ağırlık kilogram ile ölçülen bir şey değildir. Yani Hz. Resûlullah Efendimiz Mekke’yi fethettiği gün kilo mu aldı da “Taşıyamazsın” diyor, ne alakası var. Demek ki, o iş başka iş… İşte Hz. Ali (k.v.)’ın Efendimiz (s.a.v.)’e olan o itirazı muhabbetten dolayı olduğu için edebsizlik değildir. Keza Hudeybiye Barış Antlaşması’nda Efendimiz (s.a.v.)’in imzasına müşrikler itiraz ettiler. “Resûlullah’ı silin, öyle olduğunu kabul etsek aramızda problem kalmayacak zaten” dediler. Ashab’tan kimse kabul etmedi silmeyi. Efendimiz (s.a.v.) tebessüm etti ve “Tamam gösterin yerini, ben sileyim” dedi. Ashâb’ın buradaki itirazı da edebsizlik değildir. Muhabbettendir. Bunun muhabbetten kaynaklandığını bildiği için Efendimiz(s.a.v.) tebessüm edip geçmiştir. İşte muhabbette de edeb elbet vardır. Muhabbetin de edebi, muhabbet çok sübjektif bir şey olduğu için sübjektiftir. Objektif kaideleri yoktur. Toplumsal edebin objektif kaideleri vardır. Bunun da hududu vardır. Hududu; başkasının edebine, başkasının hürriyet ve haklarına tecavüz etmemektir. Bugün böyle mi? Değil. Edebsizlik, hürriyet ile karıştırılmış vaziyette. Kafası karışık, gönlü karışık, nefsinin mahkûmu olmuş insanlara bunu anlatmak pek kolay değildir. Ama gayr-i mümkün de değildir. Bunun birinci yolu, hâl iledir. Laftan ziyade hâl. Çünkü Efendimiz (s.a.v.) ne buyururlar: “İnsanlar sizin dediklerinize değil, yaptıklarınıza dikkat ederler”. Ne yazık ki pek çok insanın dediği ile yaptığı birbirine uymuyor. Atasözü demeye dilim varmıyor, bir laf var: “Hocanın dediğini yap, gittiği yoldan gitme”. Eğer hoca dediğini yapmıyor, başka şey söyleyip başka yoldan gidiyorsa o zaten riyakârdır, hoca falan değildir.

Şahsi zafiyetler oldu muydu sözün dinlenmez olur. Bu, kişinin söz dinletmek için kendisine düşen vazifeleri vardır ama hidayet Allah (c.c.)’un elindedir. Her halde Resûlullah Efendimiz kadar söylediği ile hâli birbirinin aynı olan başka adam yok dünyada. Ama Ebû Cehil inanmadı. Bu Efendimiz(s.a.v.)’in kabahati mi? Allah(c.c.)’u ona hidayet vermeyince, kalp mühürlü olunca hiçbir şey olmaz. Tabi bunlarda olacak çünkü cehennemde bedava yaratılmadı. Oraya da kütük lazımdır.

Metin Erol: Efendim sizler birçok kere ifade buyurdunuz. Toplum olarak en büyük eksikliğimizin Resûlullah Efendimiz Hazretlerini tanımamak olduğunu belirttiniz. Peki, Resûlullah Efendimiz’i nasıl doğru tanırız?

Ömer Tuğrul İnançer: Evvela bir ilmin nasıl öğrenileceğini konuşalım. Evvela öğrenilip sonra yapılan ilimler, dünyevi ilimlerdir. Din evvela yapılır, sonra öğrenilir. Çünkü imanda deneye yer yoktur. İmanına delil arayanlar delidir. İman gaybadır. Gayb ise bilinmeyen demek değildir. Gayb, beş duyu ile algılanmayan şeye denir. Kur’ân-ı Kerîm’de âyet var. Hz. Süleyman(a.s) bir göz açıp kapayıncaya kadar Saba Melikesi Belkıs’ı tahtı ile beraber Yemen’den Kudüs’e getirdi.[6] Böyle şey olur mu? Böyle şey olur mu diye şüphen varsa mümin değilsin. “Olmuştur, ama benim bunu çözecek aklım yoktur. Olduğuna inanırım, nasıl olduğu beni alakadar etmiyor. Belki ileride öğrenirim” deyip geçersen, ona iman denir. Resûlullah Efendimiz Hazretleri miraçtan avdet buyurdukları zaman, miraç hadîsesini Ashâb’ına anlatırken, Hz. Ebûbekir(r.a.) yoktu. Sonra özellikle müşrikler, Hz. Ebûbekir (r.a.)’ın arkadaşları, Hz. Ebûbekir(r.a.)’ın evine gittiler. Hz. Ebûbekir (r.a.) onları evin içine almadı, kapıda onlar Hz. Ebûbekir(r.a.)’a “İşte senin peygamber dediğin kişi böyle böyle söylüyor” dediler. Hz. Ebûbekir (r.a.) “Kim söylüyor bunu?” dedi. Onlar da “Senin peygamber dediğin kişi, Muhammed söylüyor” dediler. Hz. Ebûbekir(r.a.) hiç uzatmadı ve “O söylüyorsa doğrudur!” deyip kapıyı kapadı suratlarına. Buna iman denir işte. Mesela bazı müşrikler ticari meselelerden dolayı Kudüs’e gitmişlerdi. Şehir olarak Kudüs’ün yapısını biliyorlardı ve Efendimiz(s.a.v.)’i imtihan etmeye kalktılar. Efendimiz Hazretleri buyuruyorlar ki; “Cebrail (a.s.) o an önüme şehrin maketini [bugünkü manada] getirdi.” Soruyorlar işte… Hâlbuki sadece Mescid-i Aksa’ya gitti Efendimiz(s.a.v.) Tümünü dolaşmadı Kudüs’ün. Soruyorlar, “Kudüs’e gittin madem orada ne var burada ne var…” Resûlullah Efendimiz(s.a.v.) hepsine cevap veriyor, Cebrail (a.s)’ın getirdiği makete bakarak.

Yani önemli olan nokta şu; delil ile oldu mu ilim imanın önüne geçer. Bu cahil olmak demek değildir. İlim beşikten mezara tahsil edilir ve her kişi içindir. Kadın erkek fark etmez. İşte ilim böyle bir şey. Bunu son bir misal ile sonlandırayım. Ebû Cehil eşek gibi, Muhammed İbn-i Abdullah Hazretleri’nin Allah-u zü’l- Celâl’in Resulü olduğunu biliyordu. Eşek gibi biliyordu ama gururu, kibri, sosyal statüsü bunu ikrara mani oldu. Demek ki, bilgi işe yaramıyor. Nerden biliyorsun bildiğini diye sorabilirler? Düşün ki; toplum ona Ebû’l Hakem yani hikmet babası diyor. Ancak işe yaramadı. Aklına mağlup oldu. Benzer bir hâdise; Firavun neden tanrılık iddia etti? Ömr-ü hayatı boyunca hiç başı ağrımamış çünkü. Hiç “Aman Yâ Rabbî” dememiş. Onun için tanrılık iddia ediyor. Bunun için hastalığı bile Rabbinin nimeti bileceksin. Senin ona sığınmana ve “Aman Yâ Rabbî” demene vesile olur diye. “İyi ki bana verdin Yarabbi” diyeceksin. Çünkü cân-u gönülden başka bir Allah demiyorsun. Canın yanınca diyorsun. İşte ilim böyle bir şey, yeterli değil ama olmazsa olmaz.

Peki, bu ilim nasıl öğrenilir? Okula gidilir, kitap okunur, hocaya sorulur. Hayır, böyle öğrenilmez. Bu işin başlangıcıdır. Allah-u zü’l- Celâl kitabında, Esta îzübillâh “İttekullah ve yu’allimükümullâh” “Allah’tan ittikâ edene (yâni O’nun rızâsını kaybetmekten korkana) Allah her şeyi öğretir” buyuruyor. ‘Allah’tan ittikâ edenin öğretmeni Allah olur’ diyor Allah-u zü’l- Celâl. Bunu Resûlullah Efendimiz(s.a.v.) ise bir hadîsleriyle bizim anlayacağımız halde söylüyor: “Siz bildiklerinizle amel edin Allah sizi ilme vâris kılar” İşte bu hadîs-i şerifi ilk tercümesinden okuduğum zaman böyle tercüme edilmemişti. “Siz bildiğinizle amel edin Allah size bilmediğinizi öğretir” diyordu tercümede. Doğru mu? Doğru, ama eksik.“Siz bildiğiniz ile amel edin Allah sizi ilme vâris kılar” dediğimizde çok değişir mana. Allah-u zü’l- Celâl her şeye kadirdir. Amenna bilmediğimizi öğretir. Ama nasıl yapıyor bunu Allah(c.c.), Efendimiz onu da öğretiyor; ‘vâris kılar’ diyerek. Vâris kılarak. Vâris ne demek evvela bunu bileceğiz. Senin baban çok zengin, fabrikalar, hanlar, tarlalar, hisse senetleri bol. Sende babanın parasını güzelce yiyorsun. Babanın işine zerre miktar dâhil değilsin ve zerre miktarda faydan yok ama o da ne yapalım evlat diye şımartmış veriyor boyuna sana. Gel zaman git zaman emr-i Hakk vâkî oldu ve baban göçtü. Hiçbir damla terin olmadan o malın tamamı senin olur mu? Olur, vârissin. Bir damla ter dökmemişsindir o mal için, ama tüm mal senin olur. Yani verasette emek yoktur. Sen bildiğinle amel et, bildiğini işle, bilmediklerin için Allah-u zü’l- Celâl, seni o bilmediklerine vâris kılar. Hadîsin inceliğini görüyor musun? İşte neyi öğrenmemiz gerekiyorsa önce bildiklerimizle amel etmeliyiz. Sualiniz Efendimiz(s.a.v.)’i nasıl doğru tanıyacağız idi. Efendimiz hakkında ne biliyoruz, bir şey biliyoruz değil mi, az da olsa… Kur-ân kursundan tutun, okuldaki din ve ahlak derslerinde, haftada 45 dakika ile ne öğreniyorsan artık, bir şey öğreniyorsun değil mi? Tamam işte o vakit O’nunla(s.a.v.) ilgili öğrendiklerinin tamamını yap. Okuma, kimseye bir şey sorma, okula gitme, hocaya sorma. Sadece bildiklerini yap. Nasıl olsa Allah(c.c.) öğretir. Nasıl öğretir? Varis kılarak öğretir. Onun için Efendimiz(s.a.v.)’i tanımak ve öğrenmek için bildiğin kadarıyla ne dediyse yapman lazım. Mesela bir hadîsi biliyorsun, “Şüpheli şeylerden kaçının” buyuruyor Efendimiz (s.a.v.). Sen şüpheli şeylerden kaçınmaya başla, bak neler öğrenirsin daha Efendimiz(s.a.v.) hakkında.

Kimileri utanmadan din profesörü geçiniyor, ilahiyat profesörü geçiniyor ve sünnet kılmayın diyor. İki rekât sabah namazının farzında kaç tane sünnet var? Sünnetler yerine gelmeden namaz bile kılamazsın. ‘Ben Kur-ân’ı Kerîm’i okurum anlarım.’ Nasıl anlarsın! Namaz vakitleri ve rekât sayısı yazıyor mu Kur-ân’ı Kerîm’de?  Şekli yazıyor mu? İsimleri yazıyor, amenna.  Peki, zamanları var mı? Peki, nasıl kılacağın var mı? ‘Rükû et’ diyor, rükû etmenin tarifi var mı? ‘Secde et’ diyor, secdenin tarifi var mı? Secdenin iki celse halinde yapılacağı var mı? Resûllullah Efendimiz(s.a.v.) bile Kur-ân’ı Kerîm’i okuyarak ve Cebrail (a.s.)’ın anlattıklarını dinleyerek namaz kılmayı öğrenmedi ki. Kâbe’nin bir köşesinde, bu 50’li yıllardaki tamiratta kaldırdılar orayı, orada hafif bir çukur vardı. “Hufretü’s-Salât”[7] denirdi oraya. Orada üç gün üç gece, vakitler ve şekillerle ilgili, Cebrail (a.s.) Efendimiz(s.a.v.)’e namazı tarif etti. O da tarifle… Efendim Kur-ân-ı Kerîm’i okuyarak nasıl öğrenirsin? Namazın dahi nasıl kılınacağı yazmıyor Kur-ân’da. Şeklinin tarifi yok, rekâtı da yok. Nasıl ‘yalnızca Kur-ân okuyup dini öğrenirim ben’ diyorsun? Birde utanmadan ilahiyat profesörü geçiniyorsun. Bakın, bazı insanlar; kendi nefsinin yediği haltlara delil arayanlar, bu nevi terbiyesizlikleri yapıyorlar. Öyleyse kandıranlar kadar kananlar da kabahatlidir.

Biz Efendimiz(s.a.v.)’i öğrenmek için, zerre kadar bile bir şey biliyorsak, onu hayatımıza yani tatbik sahamıza koyacağız. Zaten yapmaya başladığımız zaman muhabbet de artar. Başka bir şey okuyamazsın. Bizim bir büyüğümüz vardı Allah rahmet eylesin, bazen şikâyet ederdi. “Ah be evladım, bir hatmi bitiremiyorum” diye. Büyük bir kütüphanesi vardı evinde, kocaman bir masası vardı. Kur-ân-ı Kerîm’i açardı, başlardı okumaya. Masanın üzerinde beş tane, altı tane tefsir kitabı… Okuduğu âyetle ilgili her birine bakardı. İşte Hamdi Efendi ne demiş, Tahir Efendi ne demiş, Ebû’s-Su’ûd Efendi ne demiş, İsmail Hakkı Bursevi ne demiş… “Bir âyet ile sabah oluyor be evladım!” derdi. Hatim ediyor ama. Sen Allah ve Resûl’u ile meşgul ol. İster hatim oku, ister tefsir oku, ister salavat oku, ister tesbih çek… Ne yaparsan yap. Bizim eski zâkirbaşı anlatırdı. Eski yandan çarklı vapurlar zamanında bir zâkirbaşı varmış. Ne ses duysa bir zikre uydururmuş. Rüzgar hışırtısı, yağmur hışırtısı dâhil. Bir gün çarklı vapurlara binmiş. Tam boğazın orta yerinde kaptana gitmiş “Makine bozuldu.” demiş. “Amca ne anlarsın sen makineden.” demiş kaptan. “Oğlum.” demiş “Makine bozuldu. Muntazam dönmüyor, ben tevhid çekiyordum, tevhid bozuldu.” demiş. Kaptan demiş “Peki amca”. Bir bakmışlar, çark kırılmış. Eski hızıyla devam ediyor ama yandaki çarkların müdahalesiyle dönüyor. Az daha gitseler denizin ortasında kalacaklar. Boğazın akıntısının da adamı nereye götüreceği belli olmaz. Hayırsız ada açıklarına falan gidebilirsin… Neyse o zaman ki alet edevat, usûl neyse hemen müdahale edip yapmışlar. Makinenin çalışmasıyla tevhid çekiyor zâkirbaşı…

İşte Efendimiz(s.a.v.)’i öğrenmek için dediklerini yapmak, O’ndan örneklenmek, O’nun yaptığı her şeyi yapamayacağımız edebinde ve şuurunda olarak, O’nun yaptıklarını evvela aynısını yaparak ama orada kalmayarak yapmaya gayret etme halinde olmalıyız.

Ne yazık ki bugün Sünnet-i Peygamber-î kurumu Resûlullah Efendimiz(s.a.v.)’in yaptıklarının aynısını yapmak olarak anlatılıyor. Fevkalade yanlıştır. Sünnet Resûllullah Efendimiz(s.a.v.)’in yaptıklarını yapmak değildir. Bunu da şimdiye kadar söyleyen olmadı. Resûlullah Efendimiz(s.a.v.)’in bir şeyi neden yaptığını, inciğini cıncığını kurcalayıp hikmetini öğrenmek ve o hikmete uygun davranmak sünnettir. Resûlullah Efendimiz (s.a.v.), Mescid-i Nebi’de hurma kütüğünde aydınlandı diye hurma kütüğü yakmak sünnet midir? Daha sonra zaten Efendimiz(s.a.v.)  kandil yaktı. Ama yatsı ve sabah namazlarında aydınlatmak sünnettir. İster lazerle, ister mumla, ister projektörle, ister ampulle… Aydınlatmak sünnet. Niye aleti konuşuyorsun. Motosiklet ile Kâbe tavaf edilir mi? Edilir. Deve ile tavaf ediliyor da motosiklet ile neden edilmesin! Nitekim şimdi malum tavaf için arabalar çıktı, onlarla yapılıyor. Eskiden haşab vardı. Haşab ahşabın tekili. Yani dört kollu, ortasında oturma yeri olan bir araç. Güçlü kuvvetli Araplar onu çekerlerdi, yaşlılar binerlerdi ona. Tavafı o şekilde yaparlardı. Benim anneannem 1974 haccında onunla tavaf etti. Anneanneciğim ufacık tefecik bir hanımdı, ezilirdi orada. Haşaba bindirdim. Haşab da tehlikeliydi, ucuna bez sararlardı ve onu çeken “haşab” diye bağırırdı. Çekilmezsen kenara, kafana gelirse yandın. O da bir binek. Şimdi Resûlullah Efendimiz(s.a.v.) Mekke’nin fethi günü geldi tavaf yaptı. Peki, Kâbe’nin tavafını yürüyerek yapamayacak kadar takatsiz miydi? Takatsiz ise neden Kâbe’nin içine girip putları temizledi? Takati vardı ama Kâbe avlusuna girer girmez devesinden inmeden tavaf etti. Burada bir incelik var gene. Bakın şimdi Hacerü’l- Esved için Müslümanlar birbirini yiyor. Bağıran çağıran, yaralanan, kan akanı görüyoruz. Resûlullah Efendimiz Hacerü’l- Esved’e el sürmek veya öpmek istese herkes kenara çekilirdi. Ne yaptı peki? Sadece asasını kaldırarak selam verdi ve tavafa devam etti. Ne için? Bize talim için. Resûlullah Efendimiz’in böyle yaptığı bir şeyde hâlâ Hacerü’l- Esved için bir hacı kardeşini, bir umreci kardeşini bir din kardeşini eziyorsan bir düşün. “Gönül gönüldür olsa da göğsünde bir kahpenin / Onu yıkan tavafına gitmesin Kâbe’nin.”

Metin Erol: Efendim günümüzde moda olan bir görüş var. Gazali’den sonra İslam düşüncesi donmuştur yahut yerinde saymıştır diye. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Ömer Tuğrul İnançer: İsmail Hakkı Bursevî mi eski Gazali mi eski? Tarih olarak. Bu kadar yeter anlayana. İsmail Hakkı Bursevi’nin Rûhu’l Beyân’ını okumuşlar mı? Ama ne yazık ki bu Rûhu’l Beyân’ı tercüme eden heyetin, bu kitabın önsözünde bir beyanı var. Bu heyet, kitabın önsözünde, “Bu gününün ilmi ile açıklanması mümkün olmayan hususlara yer verilmemiştir” demek cehaletini gösteriyor. İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri’nin aklı eriyor, sizin aklınız ermiyor. Bir kitabı tercüme ederken, herhangi bir kısmını çıkarıp, herhangi bir kısmını ilave etmek, en azından telif hakkına riayetsizliktir. İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri sorar mı sormaz mı bilmem, ama ben ahirette soracağım. Allah-u zü’l- Celâl izin verirse soracağım, “niye çıkardınız” diye. Soruya dönersek, çok basittir bunun cevabı. Ebû-s Su’ûd Efendi gibi, İbn-i Kemal gibi İsmail Hakkı Bursevî gibi (ki İsmail Hakkı Bursevî aynı zamanda Celvetî Pîr-î Sânîsidir bu ayrı mesele…)  Seyyid Yahya Şirvanî Hazretleri gibi büyüklerin şer’i ilimlerdeki kitaplarından haberdar olmayanlar, kendi kafaları Gazali’de kalanlar, bu tür boş lafları konuşurlar. Öyle şey olmaz. Müslümanlar daima terakki ederler. Her devirde Kutb-i Âlem vardır.

Metin Erol: Efendim müsaadenizle mûsikî konusuna geçiş yapalım. Mûsikî evvela nedir? Batı Müziğiyle, Türk Dini Mûsikî’si arasındaki fark nedir?

Ömer Tuğrul İnançer: Sesin âhenksizine gürültü, âhenklisine mûsikî denir. Allah-u zü’l- Celâl bizi ruhlar âleminde iken huzuruna topladı ve “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” hitabında bulundu. Yani bize Rabbü’l- Âlemin, Hâlık-ı zü’l- Celâl hitap etti. Peki, hitap, hitabet ne ile anlaşılır? Ses ile anlaşılır. Bizde, “Kâlû belâ” dedik.[8] Âyetin devamı da var tabi, yarın öbür gün “Bilmiyorum, benim haberim yoktu” diyemeyesin diye bunu yaptım diyor Allah-u zü’l- Celâl âyette. Bu işin başka tarafı. Sonra ruhlar beden hapishanesine konulup, bir ana baba vasıtası ile dünyaya gönderildi. Kendi toplumumuzdan bahsedelim. “Dan dini dan dini danatmış / Mevlâm neler yaratmış”* ninnisi hicaz makamıdır. Kulağına ezan okudu deden, baban, hoca efendi. Aslında bir makam yapmıştır. Yaptığını bilmiyordur. Amerika’da biz bir âyin yaptık. Âyin sonrası bir kaba sofu geldi Muzaffer Ozak Efendi Hazretleri’ne, dedi ki, “Bu makamlar bilmem neler nedir, bidattir” falan filan… Muzaffer Efendi Hazretleri, “Bir ezan oku bakayım” dedi. “Okurum” dedi adam. “Oku diyorum zaten ben de sana” dedi Muzaffer Efendi Hazretleri. Adam okumaya başladı, Hayyâ ‘ale’s-salah kısmına geldi. Muzaffer Efendi Hazretleri, “Ne yapıyorsun sen şimdi?” dedi.  “Ezan okuyorum” dedi. Efendi Hazretleri “Uşşak yaptın ama bilmiyorsun” dedi. Çünkü bunca senedir kulağımız bir şeyden dolu. Herkes musikişinas olacak değil. Hz. Dâvût (a.s.) mizmar çalıyor muydu? Yani bir saz çalıyor muydu? Allah bir peygamberine başka bir peygamberine başka bir emir verdiyse, “Lâ nuferriku beyne ehadinminrusulih”[9] âyeti nerede?

Diyorlar ki, ‘efendim, mûsikî ile kadın da oynatırmışsın.’ Televizyonda Kâbe’yi de seyrediyorsun bilmem ne filmini de. Televizyonun ne kabahati var? Arabayla meyhaneye de gidiyorsun camiye de. Arabanın ne günahı var? Arabaya bindin. Meyhaneye gittin. Günah senin. Arabaya bindin. Camiye gittin. Sevap senin. Vasıtanın suçu ne?  Mûsikî de bir vasıtadır. Bunun günümüzdeki söyleyişi şudur, “Allah dedirten mûsikî helal, yallah dedirten haramdır.” Hz. Mevlânâ’nın ağzından “Der mezheb-i münkirân haramest semâ / Der mezheb-i âşıkân helâl est semâ.” Sema dönmek değildir. Sema, istimâ kökünden, yani işitme kökünden gelir. Müzik dinleyerek zikretmeye de sema denir. Dolayısı ile sema sadece Mevlevî Âyini’nin özel ismi olmaktan başka diğer tasavvuf ekolleri olan tarikatlerin de yaptıkları ayine genel manada ‘sema’ denir. Hatta sema yapılan tekkenin alanına genel olarak ‘semâhâne’ bazen ‘tevhidhâne’ bazen ‘meydân-ı şerîf’ denir. Ama semâhâne sadece Mevlevîliğe mahsus bir isim değildir. Yani sema budur. İşitmek kökünden gelir.

Kur-ân’ı Kerîm bizatihi bir âhenktir. Kur-ân’ı Kerîm okunurken, ‘b’ harfini ‘y’ okumak, esreyi üstün okumak gibi hafız olmayanlar tarafından, bakarak okuyanlar tarafından maddi hatalar yapılabilir. Bir satır sonra Kur-ân’ı Kerîm kendini doğrulatır. Ben yukarıdaki satırda bir hata yaptım dedirtir. Bunun kaynağı ne? Kur-ân’ı Kerîm’in mucizesi, tamam biliyoruz Kur-ân’ı Kerîm’in mucizesi. Zaten Kur-ân muciz, okuyan aciz. Onu da anladık. Tamam, ama bunu âhenk vasıtası ile yapar. Biz âhenk vasıtası ile yanlış okuduğumuzu fark edip döneriz geri.

Dünyanın varlığı dönme üzerine mi? En küçük maddi zerre atom. Atom çekirdeği üzerinde elektrotlar, protonlar, nötronlar mevcut ve elektronlar dönüyor mu? Dünya dönüyor mu? Bu dönüş bir hareket mi? Her hareket bir ses kaynağı mıdır? İşte bu seslerin birbirine olan ahengine mûsikî denir. Âhenksiz olursa gürültü olur.

Dünyada, mûsikî bir sistematize olarak iki ana klasik sisteme ayrılır. Biri Klasik Türk Musikisi, diğeri  Klasik  Batı Mûsikî. Burada önemli olan nokta şudur. Klasik Doğu müziği değil, klasik Arap müziği değil, klasik Kürt müziği değil, Çerkez, Arnavut, Boşnak, Çinli, Hintli, Taylan, Endonezya, Japon değil. Türk Müziği. Peki, Batı Müziği? Portekiz, İspanyol, Fransız, İtalyan, Alman, Hollandalı, Belçikalı, İngiliz, Polonyalı, Rus…  Rus Klasik Müziği var mı? Alman Klasik Müziği var mı? Çek Klasik Müziği var mı? Yok. Batı Klasik Müziği var. Anlatabildim mi inceliği..! Biz Türkler böyle bir milletiz. Bunu ben söylemiyorum. Benim tanıdığım iki tane müzikolog var dünya da. Müzikolog ama, müzisyen değil, musikişinas değil. Biri 1999’da ölen Yunanlı Simon Karas. Diğeri de Albert Schatz. Onun sözü. “Dünya da iki tane klasik yani belli bir örnekten gelmiş ve kendisinden sonrakine de örnek olmaya devam eden, mahalli olmayan, herkese hitap eden iki musiki sistemi vardır. Biri Klasik Batı Müziği, diğeri Klasik Türk Müziği. Diğer tüm müzikler lokaldir, mahallîdir, folkloriktir.” Türk Müziği’nin sistematiğinde iki ses aralığı arası, birbirine eşit olmayan ses parçacıklarına bölünüp, o küçük farklılıklardan istifade ederek namütenahi sonsuz melodi yapma imkânını size verir. Batı Müziği sistematiğinde ise bir ses aralığı sadece ikiye bölünür. Dolayısı ile daha az ses kullanılarak melodi yapılır. Bu, Batı Müziği’nin melodi fukarası olduğunu gösterir. Bu melodi fukaralığını yenmek için çok sesli denilen armoniyi icat etmişlerdir. Bir zaman biriminde, birden çok ses kaynağından çıkan sesler bir araya gelip, dinleyende bir duygu uyandırır. Çünkü bir tek sesle, tek ses kaynağıyla Batı Müziği sisteminde o duyguyu uyandıramazsınız. Onun için çok seslilik zenginlik, tek seslilik fukaralık demek değildir. Bilakis tek sesli mûsikî yani bir mûsikî cümlesi, o mûsikî cümlesine iştirak eden bütün ses kaynakları tarafından aynı anda yapılır. Ud, kanun, tambur, insan sesi vs. hepsi aynı şeyi söyler; bu tek sesliliktir. Piyano başka çalıyor, viyolonsel başka çalıyor; bu çok sesliliktir. Ama bu çokluk zenginlikten değil melodi fukaralığını yenmekten kaynaklanır. Bu genel sistemin dışında Resûlullah Efendimiz(s.a.v)’in davranış biçimlerinden başka örnek alınacak doğru ölçü yoktur. Kim var diyorsa Müslümanlık sınırları dışına çıkmış demektir. Çünkü, “Benim Habib’imin (s.a.v.) hayatında sizin için alınacak örnekler vardır.” buyuruyor Allah-u zü’l- Celâl.[10] O örnekleri almıyorsan, o âyete muhalifsin. Hele ki, “Bin beş yüz sene evvel yaşamış adamdan ne örnek alınır” diyorsan kâfirsin.

Cirâne mevkii Arafat civarındadır. Mekke’nin fethinden sonra Tâif muharebesinde Resûlullah Efendimiz(s.a.v.) orada ganimetleri biriktirdi. Fakat Hevâzin Kabilesi’yle bir takım meseleler oldu. Lafı uzatmayayım şimdi… Sonra Resûlullah Efendimiz(s.a.v.) Beytü’l-Mâl’den Müellefetü’1-Kulûb’a fazla hisse verdi, Hevâzinlere hisse vermedi vs… Orada Ashab, ganimet payı meselesinden dolayı Resûlullah Efendimiz (s.a.v.)’i biraz üzdüler. Neyse iş bitti, Resûlullah Efendimiz(s.a.v.) orada ihramlanıp Umre için Mekke’ye gidecek. Namaz vakti geldi ve yanındakilere, “Ezan okuyun” dedi. Eskiden beri yani Resûlullah Efendimiz(s.a.v.) zamanından beri orada bir su var. Suyun başında böyle on iki, on altı yaşları arasında gençler vardı. Bunlar ezan okunurken, bir kayanın arkasına saklanıp dalga geçer mahiyette ezan okuyanı taklit etmeye başladılar. Tekrar ediyorlar. Ashab “höyt!” falan deyince, Resûlullah Efendimiz(s.a.v.), “Karışmayın, karışmayın!” dedi. “Peki, Resûlullah (s.a.v.) öyle söylüyorsa peki” dediler. Resûlullah Efendimiz(s.a.v.) ezan bitince gayet yumuşak bir eda ile çocukları yanına çağırdı. Onlar da görünmüş olduklarını anlayınca mahcup mahcup geldiler. Resûlullah Efendimiz(s.a.v.) onlara, “Ya ne güzel okuyorsunuz, ne güzel söylüyorsunuz, ne güzel sesiniz varmış, haydi birer bir şey okuyun bakayım sırayla.” dedi. Sırayla okuttu onlara. Bir tanesine dikkat etti. “Sen bir şey daha oku bakayım” dedi. Okudu. “Şimdi benim söylediklerimi tekrar ederek oku” dedi Resûlullah Efendimiz(s.a.v.). Kelime söylemiyor ama melodi söyletiyor. Sonra “Allahu Ekber Allahu Ekber”… Ezanı okuttu Resûlullah Efendimiz(s.a.v.). “Ne güzel okuyorsun be yavrum” diyerek bir iltifat bir iltifat… Hoşafın yağı kesildi delikanlıda. Ve Resûlullah Efendimiz(s.a.v.)’in huzurunda İslam ile müşerref oldu. Beraber namaz kıldılar. Ayrılacakları vakit o genç dedi ki, “Ben filanca kabiledenim, bana Mekke’de yani Harem-i Şerif’te müezzinlik vazifesi verir misiniz?” dedi. Çünkü Mekkeliler Fetih sırasında Hz. Bilâl’in Kâbe’nin üzerinde ezan okuduğunu falan biliyorlar. “Peki.” dedi Resûlullah Efendimiz(s.a.v.). Valiye mektup yazdırdı, mührünü bastı. EbûMahzûre Hazretleri’ni oraya müezzin atadı. Ve EbûMahzûre Hazretleri’nin sülalesi Sultan Aziz zamanına kadar müezzinlik yaptılar Mekke’de. Sonra ailede erkek kalmadı vs… Peki, Resûlullah Efendimiz niçin başkalarını değil de EbûMahzûre’yi seçti? Sesi çok güzel de ondan. Hazret seksen küsur yaşına kadar yaşadı. Peki, Medine’deki müezzinler Hz. Bilâl ile Hz. Abdullah İbn-i Ümm-î Mektûm. Neden ikisi? Fonksiyonları başka da ondan. Dışarıdan baktığımız zaman, biri Habeşli bir köle öteki ihtiyar bir kör. Kör ve ihtiyar dışarıdan bakıldığı zaman. Ebû Bekirciği var, Ömerciği var, Aliciği var, Osmancığı var, Abdurrahmancığı var, Ebû Ubeydiciği var… Resûlullah Efendimiz(s.a.v.), “Ümmetimin emini Ebû Ubeyde’dir” diyerek iltifat ediyor. “Ey Osman-ı Sâlih benim için dua ediyor musun?” diye iltifat ediyor Hz. Osman’a. Böyle yakınları var. Ama neden dışarıdan bakıldığında Habeşli bir köle ile ihtiyar bir körü müezzin olarak tayin ediyor Resûlullah Efendimiz(s.a.v.)? Bu nedenleri kendimize sormuyorsak Efendimiz(s.a.v.)’i öğrenemeyiz. Hz. Bilâl çok yakıcı okuyor. Çok güzel sesi var, yanık yanık okuyor. Bağırttırıyor adamı. Abdullah İbn-i Ümm-î Mektûm ise çok gür sesli. Buradan (Altunizade’den) okuduğu zaman Üsküdar meydanından duyuluyor, mesela. Abartmıyorum. Hazretin sesi çok gür. Çok yaşlı bir zat. Resûlullah Efendimiz(s.a.v.) göçüyor, Hz. Ebûbekir(r.a.) göçüyor, Hz. Ömer(r.a.) zamanında Kâdisiye’ye katılıyor. Düşünün Resûlullah Efendimiz(s.a.v.) zamanında zaten ihtiyar bir zattı. Hz. Ömer(r.a.) zamanında yaşı artık iyice ilerlemiş durumda. Hz. Ömer(r.a.)’a bin rica ediyor, “Beni de Kâdisiye’ye göndereceksin” diye. Hz. Ömer(r.a.) istemiyor. “Sen bize Resûlullah’tan yadigarsın” diye. Hz. Bilâl zaten Şam’da o zaman, gelmiyor. Müezzin olarak Resûlullah Efendimiz(s.a.v.) zamanından kalan sadece Hz. Abdullah İbn-i Ümm-î Mektûm var. Hz. Ömer(r.a.)’ın kararına karşı çıkıyor Hz. Abdullah Ümm-i Mektum. “Ben Resûllullah(s.a.v.)’den gazanın yani cihadın en büyük ibadet olduğunu duydum. Ahir ömrümde benim bu dediğimi yapacaksın, göndereceksin” diyor. Hayır, körsün ihtiyarsın diyemiyor Hz. Ömer(r.a.). “Peki” diyor. Gidiyor Kâdisiye’ye ve orada gençlere diyor ki, beni yüksek bir yere çıkarın. Düşün ki İran ordusu ile Müslüman ordusu çarpışıyor. Savaş meydanını bir düşünün; at kişnemesi, deve böğürmesi, katır anırması, kılıç vuruşmalarının sesi, silah şakırtısı, naralar, yaralı inlemesi, ölenlerin feryadı… Düşünün gürültüyü. O ise bir kayanın üzerinde, “Vurun aslanlar, Resûlullah hatırına vurun” diye bağırıyor ve o bağırma bütün gürültüyü bastırıyor. Sonra bir ok geliyor. Ya orada şehit oluyor ya da Medine’ye geliyor ve Medine’de şehit oluyor. Kabr-i şerîfi Medine’dedir. Neden seçmiş Efendimiz(s.a.v.) onu. Ses ya gürdür ya güzeldir.

Bütün Selâtin Camilerinde[11] Resûlullah Efendimiz(s.a.v.)’in sünnetine uygun olarak mutlaka bir kör müezzin bulunur. Bâyezid Cami’nde İsmail Hakkı Çimen vardı. Süleymaniye’de Mustafa Başkan vardı. Bursa’da adını bilmiyorum kör hafız, yeşil vav’ın önünde sabah namazı kılındıktan sonra başlar, yatsı kılınıncaya kadar namaz vakti hariç, devamlı kuran okurdu. Sabah namazı vakti gelir, yatsıdan sonra çıkardı. Yeşil vav’ın önünde, hep okurdu.

İşte Resûlullah Efendimiz(s.a.v) Hazretleri’nin bu fiilleri bize mûsikî hakkında yeterince bilgi verir. Resûlullah(s.a.v) indinde makbul olan her şey Allah(c.c.) indinde makbul, Resûllullah(s.a.v.) indinde makbul olmayan Allah(c.c.) indinde de makbul değildir çünkü Allah-u zü’l- Celâl’de makbul olanları Resûlullah(s.a.v.)  makbul görmüştür, onda makbul olmayanları Resûlullah(s.a.v.)  makbul görmemiştir. Yani birbirinden ayrı değil.

Keza Hz. Âişe’nin bir düğün, çalgı seyretme isteğine, Resûlullah(s.a.v.)  Efendimiz “Hay hay” diyor. Hz. Âişe Validemiz, Resûlullah Efendimiz’in mübarek omzuna dayanarak izliyor. Yasak bir şey olsa Hümeyracığına seyrettirir mi? Hanımının hatırı olsun diye Allah’ın hatırını kırar ve seyreder miydi? Ama peygamberlik vakarı başka bir şey. O vakarın kullanılacağı zaman ve kullanılmayacağı zaman var. Hz. Âişe ile birbirlerini tasla su atarak ıslatıyorlar. Ama bunu sokakta yapmıyorlar. Her şeyin bir usulü var. Hz. Hasan ve Hz. Hüseyni omzuna alıyor, sırtına alıyor namaz kılıyor Efendimiz(s.a.v.). Mescitte değil ama hanede. Bir tek mescitte hutbede iken Efendimiz(s.a.v.), Hz. Hasan ve Hz. Hüseyn’i çocuk yaştalar o zaman, lap diye mescidin içine giriyorlar, kan-ter içinde. Bir bakmışlar Efendimiz(s.a.v.) hutbede, kendileri de mahzun olmuşlar, dedem bir şey diyecek diye. O sırada Efendimiz(s.a.v.) kesmiş hutbeyi, inmiş aşağıya, onları okşamış, sevmiş, terlerini silmiş, saçlarını sıvazlamış… “Hadi.” demiş “bakalım dışarıda oynayın.” Sonra çıkmış hutbeye “Rabbim ne güzel söylemiş, evlatlarınız sizin için fitnedir”[12] deyip, “Kusura bakmayın” demiş cemaate. “Kusura bakmayın, onları öyle görünce içim el vermedi, kan t

er içindeydiler o sebeple kestim hutbeyi.”

Hâsılı, mûsikînin dînî olanı budur. Dînî olmayanı zaten yoktur. Bu lâ-dînî tabiri, Müslümanlığa yakışmayan bir tabirdir. Müslüman telakkisinde, İslam tefekküründe din-dışı diye bir şey yoktur. Dine ya uygunluk vardır ya uygunsuzluk vardır. Din her şeye karışır, her hususta hükmü vardır. Bunun için lâ-dînî diye bir şey yoktur. Bu, işi doğru bilmeyenlerin uydurmasıdır.

Mesela bakın, Lemi Atlı’nın bir şarkısı “O güzel ismini son nefesimde anıp bahtiyâr ölmek isterim”[13] zaten bütün yaptığımız iş bu değil mi? Ahirete giderken, “Allah diyelim” diye dua etmiyor muyuz?  Şarkı mı şarkı. Bir başka misal “Severim her güzeli, senden eserdir diye”[14] şarkısı. Eğer bir zampara her önüne gelene sarkıyorsa, senden eserdir diyerek, bu bir zampara bahanesi olur. Ama her güzelin Allah-u zü’l- Celâl’in bir mahlûku olduğunun idraki ile güle de kadına da erkeğe de Allah(c.c.) nazarıyla bakıyorsa amenna. “Severim her güzeli senden eserdir diye.” Yahut bakın “Her şey dile gelmiş bana cananımı söyler”[15] Tevhid işte. Şerif İçli’nin Uşşak şarkısı bu. Mesela “Çektim elimi gayrı bu dünya hevesinden – Âzad edeyim mürg-i dili ten kafesinden – Ey hasta gönül, umma medet son nefesinden”[16] bir gayrimüslimin bestelediği şarkı bu da, ama terbiye var.

Din, Allah ile kul arasındadır. İnsanları birbirine alakadar eden şey terbiyedir. Kanuni Sultan Süleyman Han son seferi Zigetvar’a giderken Budin Beyi’ni idam ettirmiştir. Neden? Bir Hıristiyan’a zulmettiği için. Budin Beyi kendini müdafaa ederken de, “Hünkârım, Müslüman değildi ki” diyor. “Sana ne!” diyor Kanuni Sultan Süleyman Han, “sana benim halkımı Müslüman mı değil mi diye ayırma emrini kim verdi? Onlar bize emanet” diyor. Nereden alıyor bu hükmü Kanuni Sultan Süleyman? Hz. Ömer(r.a.)’ın Kudüs’te yaptığından. Hz. Ömer(r.a.) nereden alıyor, Resûlullah Efendimiz(s.a.v.)’in Medine’de yaptığından. Medine’de Müslümanlar Yahudiler ile birlikte yaşamadılar mı? Ama onlar Hayber Yahudileriyle birleşip, Resûlullah Efendimiz(s.a.v.)’i ve Ashabı arkadan vurmaya çalışana kadar. Resûlullah Efendimiz(s.a.v.)  Yahudi çocuğunun hasta ziyaretine gitmedi mi? Onun için doğru bilmek lazım. Onun için lâ-dînî diye bir musiki yoktur. Ama sınıflandırma değil de izah babında söyleyelim; musiki içinde bazı sınıflandırmalar vardır. Cami mûsikîsi, tekke mûsikîsi… Tekke mûsikîsinde kıyam ilahileri, devran ilahileri, cumhur ilahiler, duraklar, tevşihler vs… Nasıl ki şiirde na’t dediğin zaman yalnızca Resûlullah Efendimiz(s.a.v.)’e ait olan şiirler geliyorsa akla; mûsikîde de tevşih deyince sırf Efendimiz(s.a.v.) ile alakalı olan güftelerin bestelenmiş tarzı gelir akla. Diğer ilahilerden farkı yoktur ki. Melodik yapı ve musiki sistemi olarak da farkı yoktur. Saz ve söz farkıysa çok önemli değildir zaten. Camide saz kullanılmaz, doğru. Tekkede saz kullanılır, özellikle vurmalı sazlar kullanılır. Mevlevî tekkelerinde diğer sazlar da kullanılır. Onun için bir Kâdirî halifesi olan Erzurumlu Emrah’ın çok güzel bir sözü vardır: “Sofi hele gel meclisime dinle bu sazı / Gör nice olur bu tellerin Allah’a niyazı”. Bu kafa ile dinlemek lazımdır. Allah(c.c.) güzeldir, güzeli sever. Resûlullah Efendimiz(s.a.v.) Hazretleri de “İnnallahe cemîlün, yuhibbül cemâle” “Allah(c.c.) güzeldir, güzelliği sever.” buyuruyor. Mûsikî güzeldir, güzel olduğu için Allah(c.c.) sever. Sen nefsine kullanıyormuşsun, kullanma. Öğretmenlik Allah mesleğidir. “Er-Rahman / ‘Alleme’l- Kur’ân…”[17] Öğretiyor işte. Peki, talebesinin hakkını yiyen, daha açık söyleyeyim talebesine tecavüz eden öğretmen yok mu? Bu öğretmenlik mesleğinin mübarekliğine halel getirir mi? Askeriyenin içinden casusu çıkmıyor mu? Askerlik ocağının, Peygamber Ocağı olmasına halel getirir mi? Yapanı tutarsın kulağından atarsın dışarı olur biter. Kurum mübarektir. Dolayısı ile mûsikî Allah(c.c.)’un bir nimetidir. Doğru kullandığın zaman seni doğruya götürür, eğri kullandığın zaman eğriye götürür. Bu kadar basit. Neden zatı haram oluyor ki?

Resûlullah Efendimiz(s.a.v.) Hazretleri’ne validelerimizden biri bal şerbeti yapmıştı. Resûlullah Efendimiz(s.a.v.)’i davet etti ancak sıra onda olmadığı halde, nöbet onda olmadığı halde. Resûlullah Efendimiz(s.a.v.) gitti ve biraz uzunca kaldı. Bal şerbeti içti sohbet etti. Öteki validelerimiz biraz gücendiler. Resûlullah Efendimiz(s.a.v.) biraz üzüldü ve “Bundan sonra bal şerbeti içmiyorum” dedi. Hemen Cebrail (a.s.) geldi. “Allah’ın haram etmediğini kendine haram edemezsin…” âyetini getirdi[18] Bana musikinin haram olduğuna dair âyet göstersinler, susayım. Efendim işte dinlerini oyuncak yapanlar, hangi Müslüman dinini oyuncak yapmış, eğlence vasıtası yapmış? Kim yapmış? O, Efendimiz(s.a.v.)’ den evvelki ümmetlerin içinde olanlara ait bir şey. Şuanda da Hıristiyanlar ve Yahudiler de öyledir. Hiçbir din adamı; rahip ve haham olmadan ibadet yapamazsın. Dua edebilirsin ama ibadet yapamazsın. Evlenemezsin, boşanamazsın, ölemezsin, sünnet olamazsın. Kesinlikle din adamı olacak. İslam da var mı böyle bir şey? İmam nikâhı diye bir şey tutturmuşlar. Böyle bir nikâh yok. Kaptanın kıydığı da, konsolosun kıydığı da, belediye memurunun kıydığı nikâh da Allah-u zü’l- Celâl indinde nikâhtır. Peki, imam nikâhı nedir? Ağzı dualı bir zattan, yuvanın kurulması sırasında bir dua istemek, âmin demektir. Olmasa ne olur? Bir şey olmaz. Yani nikâhın sıhhat şartı değildir. Onun için yanlış bilgilerle, özellikle batıl olanlarla kıyas edilerek İslam konuları anlaşılamaz, anlatılamaz.

Metin Erol: Efendim müsaadenizle tarihi bir olay üzerinden mûsikî konusunda bir sual daha sormak istiyorum. Mehterin kaldırılması mûsikîmize, kültürümüze ve toplumumuza ne şekilde etki etmiştir?

Ömer Tuğrul İnançer: Mehterin kaldırılması, Enderun’un kaldırılması, tekkelerin kaldırılması toplumumuzun estetik duygularının yok olmasına sebep olmuştur. Mûsikîmize en büyük darbedir. Kültürümüze en büyük darbedir. Ecdadımıza ve ecdat tanımaya en büyük darbedir. Kökü olmayanın dalı olmaz. Mazisi olmayanın âtîsi olmaz. Bugün ne yazık ki mehter repertuarı olarak yalnızca Evliya Çelebi’den gelen bir tek eser var. Öyle bir yok etmiş ki Sultan Mahmud, Yeniçerilerin mezar taşlarına varıncaya kadar kırdırmış. Yeniçeriliğe bağlı olan, ocağa bağlı olan mehterhaneyi ilga etmiş. Halt etmiş, yanlış yapmış. Açık ve net. Keza tekkelerin kapatılması da benzer durum. Efendim şöyle oluyormuş, böyle oluyormuş. Hayır efendim. Bir kurumda bir takım hatalar varsa kurum lağvedilmez. O hatayı yapanlar o kurumdan temizlenir. Casusluk yapan subayın yüzünden ordu lağvedilmez. O subay cezalandırılır. Öğrencisine tecavüz eden öğretmen yüzünden, öğretmenlik mesleği mübarekliğini kaybetmez. Onun için bunlar yanlış şeylerdir. Bir kültür cinayetidir ve 2014 Türkiye’sinin hâlâ 1925 tarihli bir kanunla idare ediliyor olması da bir başka garabettir. Garip bir şeydir.

Tabular insan ve toplum hürriyetine vurulmuş prangalardır. Tabu haline gelmeyecek ama bir hürriyetsizlik var. Eskiye göre biraz gevşedi ama pranga çıkmadı, ağırlığı hafifletildi. Beş tondan dört tona indi. Gene de taşınacak şey değil.

Metin Erol: Efendim sinemayla ilgili genel bir soru soracağım müsaadenizle. Sinemayla Müslümanların bağı nedir? Ne olmalıdır?

Ömer Tuğrul İnançer: Sinema çok ciddi bir iletişim dilidir. Elbette yayılmasında eğlence ağırlığı fazladır ama marifet eğlendirirken öğretmektir. Bu becerilemiyor. Muzaffer Ozak Efendi Hazretleri büyük bir âlimdi. Ciltlerce kitap yazmış. Bunu yapmak içinde evvela okumuş öğrenmiş. “Çağrı” filmi ilk vizyona girdiğinde İstanbul’da birçok sinemada oynuyor, bilet bulunamıyor o sıra. Efendi Hazretleri Laleli’de oturmasına, Beyazıt’ta dükkânı olmasına rağmen, Kızıltoprak’ta bir sinemada bilet bulduk ve beraber gittik. İki buçuk üç saatlik bir filmdi. Şimdi sağını solunu kesiyorlar. Filmden çıktıktan sonra Muzaffer Efendi Hazretleri şöyle dedi:“ Elli senede okudum üç saatte tekrar ettim.” Sinema böylesi bir etkiye sahip olan bir iletişim kurumu. Ne yazık ki sadece para kazanmak için kullanılıyor. Ne yazık ki tahsil bile para kazandırmak üzere. Hangi meslek daha çok para kazandırır diye düşünüp çocuklarımızı o mesleğe yönlendiriyoruz. Hâlbuki, meslek para kazandırmaz. Dükkân da para kazandırmaz. Rızık Allah’tadır. Allah’tan değildir. Çünkü “Er rızkuminAllah” değil, “er -rızkukalAllah”. “MinAllah” ile “alAllah”’ın farkını bilmeyenler, “Rızık Allah’tandır” diye tercüme ediyorlar. Cehalet diz boyu. Sen işini en iyi, en güzel, en doğru şekilde, bir emanete riayet şuuruyla yapacaksın. Rızkını Allah verir. Eğer çalışmak ile rızık alınsaydı hamallar milyoner olurdu. Bu iş böyle değil. İşte sinemada bu önemine binaen doğru şeylerin anlatıldığı mecra olmalı. Ne yazık ki Türkiye’de sinema ve tiyatro yani gösteri sanatları sektörü solakların elinde. Niye meşgul olmuyoruz? Çünkü günah olduğunda ısrar edildi hep. Dedelerimizin nesli yani 1900’lerin başlarında doğan nesiller. 1800’lerin sonlarında doğanlar. 1960’a 1965’e kadar yaşayan nesil. Sinemaya, tiyatroya hep yasak, günah dediler. Ben öyle büyüdüm. Hâlbuki, doğru kullanılmayınca günah olur, doğru kullanılınca sevap olur. Henüz doğru kullanılmaya başladı mı? Hayır. Hâlâ cahilliğe prim veriliyor. İstanbul’un fethi ile alakalı filmlerde, Akşemseddin Hazretleri hala göbeğine kadar sakallı gösteriliyor. Hazretin köse olduğunu, hiç sakalsız olduğunu her yerde söylüyoruz ama sinemacılara anlatamadık. Yani böyle cahilliklerle film çevirsen ne olacak çevirmesen ne olacak.

Abdurrahman Badeci: Efendim tasavvufun akademilerde okutulması hakkında neler söylersiniz?

Ömer Tuğrul İnançer: Tasavvuf ilim değildir. Hâldir. Tasavvufun kendisi değil, tarihi, tarihi şahsiyetleri, kurumları okutulabilir. Ama şunu unutmamak lazımdır; kitap okuyarak yüzme öğrenilmez. Suya girersen yüzme öğrenirsin.

Abdurrahman Badeci: Tasavvuf ve felsefe arasındaki ilişki?

Ömer Tuğrul İnançer: Tasavvuf felsefesi olmaz. Felsefe akıldan çıkar. Tasavvuf gönülden çıkar. Yani tasavvuf sevgi işidir. Sevginin felsefesi falan olmaz. Bir takım şeyler anlatılır ama sen bana kuru fasulyeyi neden sevdiğini anlatabilir misin? Kerevizi neden sevmediği mi? Hâlbuki yemek bunlar. En nihayetinde ömrü on iki saat, on beş saat. On beş saat sonra gene acıkacaksın. Ama bunun nedenini dahi anlatamıyorsun. Peki, ömrünü vakfettiğin sevdiğini, nasıl anlatacaksın? Onun için bu lisana gelir bir şey değildir. Tasavvuf felsefesi falan olmaz. Akılla çözülecek şeyler felsefede yer alır. Muhabbette akla yer yoktur. Tabi delilerin muhabbeti olmaz. Ben akla yer yok derken deliler demek istemiyorum. Aklına aklı ile veda edenlerin işidir tasavvuf. Bunu birbirine karıştırmamak gerek.

Abdurrahman Badeci: Efendim malum-âlîniz Ali Şeriati oğlunu Paris’e okumaya yollarken cebine bir tane Mesnevî-i Şerif koyuyor ve diyor ki; “orada seni bu koruyacaktır. Beni de Amerika’da koruyan Hafız’ın şiirleridir.”

Ömer Tuğrul İnançer: İşin aslı onlar pek Mesnevî-i Şerif sıkıştırmazlar, daha ziyade Divan-ı Kebir sıkıştırırlar. Ben Mesnevî olduğunu sanmıyorum. Çünkü Acemler Divan-ı Kebir okurlar. Mesnevî okumazlar çünkü Mesnevî’nin daha birinci cildinde Hz. Ömer(r.a.)’dan bahseder. Onun için okumazlar. Ama kendisi öyle dediyse inanırım. Bilmiyorum Mesnevî-i Şerif olduğunu, Divan-ı Kebir olur. Yani İran’da mahalle kahvelerinde bile masanın üzerinde Divan-ı Kebir yahut Divan-ı Şems diye görürsün ama Mesnevî-i Şerif hiç göremezsin. Soruya dönersek, ne olursa olsun bunu bir muska olarak görmemek gerek. Orada yazılanlardan ibret alarak doğru davranmak manasında insanı korur. Yoksa hap değildir. Çünkü Mesnevî Şerif’i tercüme edip, hâlâ Hz. Ömer(r.a.)’a söven bazı şahsiyetler gibi olmaz yani. Mesnevî tercüme etmiş ama anlamamış. Bana senelerce evvel önce bir derviş kardeş sordu, Mevlevî dervişi olduğunu zannediyordu. Şeyhini çok seviyordu, normaldir. “İş dervişte midir, şeyhte midir?” diye sordu. “Derviştedir” dedim. Sabaha kadar konuştuk, ikna edemedim çünkü şeyhine sıkışıp kalmış. Resûlullah Efendimiz(s.a.v.)  kadar güzel söyleyen, güzel davranan bir kişi daha yok. Ebû Leheb amca, Ebû Talib amca, Hz. Hamza amca, Hz. Abbas amca… Ebû Cehil’e söyledikleriyle Hz.Ebûbekir (r.a.)’a söyledikleri arasında fark var mı? Her ikisine karşı davranış biçiminde farklılık var mı? Yok. Ancak biri Ebû Cehil, biri Hazret-i Sıddık(r.a.) İş dinleyendedir. Mesnevî-i Şerif birçok insanı adam etmiştir ancak Gölpınarlı’yı adam edememiştir. Çelebi merhumun damadının adı Osman ve Yenikapı Şeyhi Osman Selahattin dedenin torunu. Dedesinin adını vermişler. Torunun torunu. Yani Yenikapı Şeyhi’nin torunuyla, Konya Şeyhi’nin kızı evlenmiş diyelim. “Seni çok seviyorum ama adını sevmiyorum” diye yüzüne karşı söylüyordu. Ve hiç, “Osman Bey” demedi,  hep “otman” dedi. İmam-ı Azam Hazretleri için İmam-ı Azman tabir ederdi. Bu kişinin yaptığı Mesnevî Şerif’ten ne hayır gelir, Divan-ı Kebir şerhinden ne hayır gelir..!

Metin Erol ve Abdurrahman Badeci: Efendim değerli vaktinizi bizlere ayırdığınız için çok teşekkür ediyoruz.

[1] HicrSûresi, 29. âyet: Ben, onun yaratılışını tamamladığım ve ona ruhumdan üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın.

[2] En’âmSûresi, 76-77-78-79. âyetler: Üzerine gece bastırınca, bir yıldız gördü: «Rabb’im budur» dedi. Yıldız batınca da, «Ben batanları sevmem» dedi. Ay’ı doğarken gördü: «Rabb’im budur» dedi. O da batınca: «Yemin ederim ki, Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi, elbette sapıklığa düşen topluluktan olurdum» dedi. Güneş’i doğarken görünce: «Rabb’im budur, bu hepsinden büyük» dedi. O da batınca dedi ki: «Ey kavmim! Ben sizin (Allah’a) ortak koştuğunuz şeylerden uzağım». «Ben yüzümü tamamen, gökleri ve yeri yoktan var edene çevirdim ve artık ben asla Allah’a ortak koşanlardan değilim».

[3] HucurâtSûresi, 13. âyet: “Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışıp bilişmeniz için sizi şube ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve en üstününüz O’ndan en çok ittika edeninizdir. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdar olandır.”

[4] Âl-i’İmrânSûresi, 134. âyet: “O (Allah’tan hakkıyla korka)nlar, bollukta ve darlıkta Allah için harcarlar, öfkelerini yutarlar, insanları affederler. Allah ihsan sahiplerini sever.”

[5] Nisâ Sûresi, 36. âyet: “Allah’a ibadet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Sonra anaya, babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, akraba olan komşulara, yakın komşulara, yanında bulunan arkadaşa, yolda kalanlara, sahip olduğunuz kölelere iyilik edin. Şüphesiz Allah, kibirlenen ve övünen kimseyi sevmez.”

[6] NemlSûresi, 40. âyet: “Kitaptan ilmi olan kimse ise, «Gözünü açıp kapamadan, ben onu sana getiririm» dedi. (Süleyman) onu (Melike’nin tahtını) yanıbaşına yerleşivermiş görünce, «Bu, dedi, şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak üzere Rabbimin (gösterdiği) lütfundandır. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur; nankörlük edene gelince, o bilsin ki Rabbim müstağnidir, çok kerem sahibidir.»”

[7] Namaz çukuru

[8] A’râf Sûresi, 172. âyet: Bir de Rabbin, Âdemoğullarından, bellerindeki zürriyetlerini alıp da onları kendi nefislerine şahit tutarak: «Ben sizin Rabbiniz değil miyim?» dediği vakit, «pekâlâ Rabbimizsin, şahidiz» dediler. (Bunu) kıyamet günü «Bizim bundan haberimiz yoktu.» demeyesiniz diye (yapmıştık).

[9] Bakara Sûresi, 285. Âyet

[10] Ahzâb Sûresi 21. âyet: “Şanım hakkı için muhakkak ki size Resullulah’da pek güzel bir örnek vardır. Allah’a ve son güne ümit besler olup da Allah’ı çok zikreden kimseler için.”

[11] Selatin camileri, Osmanlı İmparatorluğu döneminde sultanların yaptırdıkları camilere verilen addır.

[12] Enfâl Sûresi, 28. Âyet: Ve iyi biliniz ki, mallarınız ve evlatlarınız birer imtihan aracından başka birşey değildir. Allah katında büyük ecir vardır.

[13] Hastayım yalnızım seni yanımda
Sanıp da bahtiyâr ölmek isterim
Mahmûr-ı hülyâyım câm-ı lebinden
Kanıp da bahtiyâr ölmek isterim

Bir olmaz hevesin düştüm peşine
Vuruldum hüsnünün şen güneşine
Güzel gözlerinin aşk ateşinden
Yanıp da bahtiyâr ölmek isterim

Talîin kahrı var her hevesimde
Boğulmuş figânlar titrer sesimde
O güzel ismini son nefesimde
Anıp da bahtiyâr ölmek isterim

Beste: Lemî Atlı
Güfte: Rızâ Tevfik Bölükbaşı
Makam: Hicaz
Usûl: Semâî
Form: Şarkı

[14] Severim her güzeli senden eserdir diyerek

Koklarım goncaları sen gibi terdir diyerek

Çekerim sineye her cevri kaderdir diyerek

Yanarım ömrüme, vallahi hederdir diyerek

Beste: Lemî Atlı

Güfte: Bedri Ziya Aktuna

Makam: Hicaz

Usûl: Curcuna

Form: Şarkı

[15] Hasret dolu âhım sana hüsrânımı söyler

Didemdeki yaşlar ise hicranımı söyler

Bir an bile olsun seni mümkün mü unutmak

Her şey dile gelmiş bana cananımı söyler

Beste: Şeref İçli

Güfte: Mesut Kaçaralp

Makam: Uşşak

Usûl:  Türk Aksağı Usûlü

Form: Şarkı

[16] Çektim elimi gayri dünya hevesinden

Âzad edeyim mürg-i dili ten kafesinden

Ey hasta gönül umma medet son nefesinden

Beste: Tatyos Efendi

Güfte: –

Makam: Hüseyni

Usûl: Curcuna

Form: Şarkı

[17] RahmânSûresi, 1. ve 2. âyetler: O Rahmân, Kur’ân-ı öğretti.

[18] Tahrîm Sûresi, 1. âyet: Ey Peygamber! Eşlerinin rızasını arayarak Allah’ın sana helâl kıldığı şeyi niçin sen kendine haram ediyorsun? Allah çok bağışlayan çok esirgeyendir.